Çarşamba, Haziran 27, 2007
Osmanlı Okçuluğunda Disiplin,Hiyerarşi ve Spor Ahlakı Prensibi
Ok ve yaycı esnafı Kemankeş Mustafa'nın yakındığı ve açıklandığı gibi rüşvetle taş diktirmeğe kadar varan usulsüzlükler yapmaktan çekinmediler. Atıcılar bu durumun düzeltilmesi için devlet büyüklerine müracaat ederek, bir çare bulunmasını istediler. Bunun üzerine,Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, senelerden beri süre gelen atıcı-yaycı ve okçu anlaşmazlığına bir son vermek ve atıcıları, yaycılarla okçuların elinden kurtarmaya karar verdi. Bunun için bir kanun yapılmasını İstanbul Efendisi (Kadısı) ile Yeniçeri Ağası Tekirdağlı Bekri Mustafa Paşa'dan istedi. O yılın (1682) Ağustos ayında, bizzat atıcılık yapmış 40 kişilik bir kurul (şûra) toplanarak, "Atıcılar kanunu""kanunname-i rımat"ı hazırladı. 1682 yılında Atıcılar kanunu yapıldıktan sonra da çoğu töre ve kurallar değişmedi. Çünkü, Atıcılar Kanunu özellikle yaycı ve okçu esnafını meydandan uzaklaştırmak amacıyla yapıldığı için, meydanın ve tekkenin içindeki davranışları kapsıyordu. Osmanlı Devleti'nin bütün ok meydanlarında, bu yasa uygulanıyor, yasaya aykırı hareket edenlerin menzilleri kabul edilmiyordu. Bu yasadan sonra atıcılığa yararlı olacak bir kural (âdet-i müstahsen) olur ve Sicil Defteri'nde ismi yazılı bütün atıcı pehlivanlar ile Meydan ihtiyarları tarafından uygun görülürse onların da bu kitaba eklenmesi kararlaştırılır.
Atıcı pehlivan atış yapacağı yere vardığı zaman, kendisinden eski pehlivan da bulunuyorsa ondan evvel atmayıp eskililiğe/tecrübeliliğe/kıdemliliğe saygı gösterilirdi. Bir atıcı ok atarken arkasından diğer bir pehlivan (başka Ayak yeri'nden) ok atmazdı.
Atıcılar, menzil sahibi olan (taş dikmiş) veya Müstehak-ı menzil bulunan (900 geze ok atmış ama Menzil taşı dikememiş) atıcıların bilgilisi ve yaşlısı içinden seçilmiş şeyhü'l Meydan ve diğer ihtiyarlara her zaman saygılı olmak ve onların yapacağı tören (Ayin) ve adetlere uyarlardı.
Ok Meydanı'nda "meydan âdâbı"na (usûl, töre ve davranışlar) herkesin titizlikle uyması gerekirdi. Fütüvvete mugayyir bir hâl bulunana "Yolsuz" denir. Yolsuz'un şer', kanun ve fütüvvet yolu ile edeplenmesi gerekir. Fütüvvet ten düşüren amellere yer verilmezdi. Yolsuzluk ve saygısızlık yapan kimseler, "Bizimle oturma!" denilerek azarlanır ve pişman olup özür dileyinceye kadar meydana alınmazlardı. Okçuluk geleneğindeki bu durum fütüvette de vardı.
Ok Meydanı'nda sözü dinlenmesi, saygıda kusur edilmemesi gereken kişiler bütün meydan ihtiyarları ve üstatlar "vâcibü'r riâye-i meydan" unvanıyla anılırdı. Rikâb-ı Hümâyun Atıcıbaşısı ile okçubaşısı da böyle kimselerdi.
Menzil atılacağı zaman, meydan ihtiyarlarından izin alındıktan sonra menzil atılır ve bir menzilin Ayak-yeri'nde durup idman (meşk) için ok atılmazdı(13, s. 436).
Ok meydanlarının kurulmasıyla okçuluk düzenli bir örgüte ve kesin kaidelere bağlanmıştır. Ok meydanları bir vakfa bağlı oluşu, seçimle iş başına gelen yönetici kadroları, iç tüzüğü ve sicile kayıtlı çok sayıda üyesi ile modern birer spor kurumudur. Bu bakımdan, dünya spor tarihinde ilk spor kuruluşları olarak karşımıza çıkarlar. İlk bakışta sadece bir eğlence ve merak gibi görünen ok atışlarında, aslında belli töre ve prensiplere sıkıca bağlılıktan doğan ciddî ve disiplinli bir hava hâkimdir. Bunda İslâmî inançların da büyük rolü olmuştur. Meydanın mescit kadar kutsal sayılması, meydana abdestsiz veya içkili olarak girilmemesi, örgüt reisinin şeyh diye anılması, ok ve yay ‘a kutsal birer eşya diye bakılması ve atışların duâ ile başlatılıp sürdürülmesi bunu göstermektedir.
Kemankeşlerin/atıcıların yalnız iyi birer atıcı olması yetmezdi. Aralarında her türlü rekabetin üstünde, saygı ve sevgiye dayanan bir dostluk ve kardeşlik havasının esmesine de dikkat edilirdi. İhtiyarlara, kıdemli atıcılara ve üstâda saygı göstermek sözlerinden çıkmamak şarttı. Atışta hileye sapanlara, yolsuzluk ve serkeşlik edenlere fazla müsamaha gösterilmez, “Bizimle oturma!” denilerek örgütten, çıkartılırdı. Risâlelerde, ünlü okçuların biyografileri verilirken, yalnız atıcılık gücü değil, nasıl bir kişi olduğu da belirtilir. Çoğu için Sâlih , ehl-i imân, ruhu pâk ve tarafeyni ma’mûr gibi sıfatlar kullanılmıştır.
Meydan odasında yapılan sohbet toplantılarının gençlerin görgü ve bilgisini arttırmak, onları saygılı, disiplinli, yardım sever kişiler kılmak gibi eğitimsel bir fonksiyonu vardı. İhtiyar ve tecrübeli kemankeşler okçuluk anılarını anlatırlar; bunlardan ibret verici sonuçlar ve öğütler çıkartılır, gelenek ve törelerin devamı sağlanırdı .
Yemek ve sohbet toplantılarında kıdem sırasına titizlikle uyulduğu hâlde, meydanda ve atışlarda meslek ve rütbenin önemsenmediği bir eşitlik ortamı bulunuyordu. Atışlara her meslekten insanın sosyal durumu ne olursa olsun katılabilmesi, zengin ve nüfuzlu kişilere ayrıcalık tanınmaması bunu göstermektedir. Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın Ok Meydanı’na her gelişinde: “Vezirliğim orada kaldı, şimdi aranızdan herhangi bir kişiyim, bana öyle muamele edin” demesi, meydanın töresini bilen bir kemankeş olmasındandı. Okçuluk risâlelerinde “Burası er meydanıdır. Burada şah ü gedâ birdir” sözü ile bu eşitlik inancı sık sık dile getirilerek anılır .
Padişah, zengin, fakir, büyük ve küçük ayırımı yapılmadan herkes burada belirtilen kurallara uymaya, ihtiyarların yönetimine, atıcıların örf ve adetlerine ve Kanuna (Deb-i dirin-i tirendazana) uymaya mecburdur. 18.-19.Yüzyıllarda, Ok Meydanı’na daha çok saraya mensup kişilerin rağbet etmesi bu eşitlik töresini zedelemiştir. Toplumsal sınıfların birbirinden kesinlikle ayrıldığı bir devlet yönetiminde, bu ayrıca dikkat çekicidir.
Ok Meydanının Yönetimi ve Sorumlulukları :
Ok Meydanı’nın yönetiminden birinci derecede sorumlu olan en yetkili kişi Meydan Şeyhi’dir. Ok Meydanı’nı yönetir ve o meydanın reisidir (Reis-i Tîrendâzan). Burası aslında kemankeşlerin sohbet ettikleri, yemek yedikleri bir spor kulübüydü. Bu makam için değişik unvânlar da kullanılırdı. Bunlar kısaca şöyledir: Şeyhü’l-Meydan , Şeyhü’r-Ramiyân , Şeyhü’l Rumât ,Şeyhü’l-Kemankeşân, Şeyh ve Reisü’l-Tîrendâzân, Okçular Şeyhi, Atıcılar Şeyhi gibi. Meydan şeyhini kemankeşler kendi aralarında seçerlerdi. Ancak, okçu ve yaycıların bu makamı zorla ele geçirmeleri üzerine, izn-i hümâyunla tâyinler de yapılmıştır Bu sebeple Kâtib Abdullah Efendi Okçular Sicili’nde kendisi için Reis-i Tîrendâzan-ı Rikâb-ı Hümâyûn unvânını kullanır. Bunun nedeni; meydan şeyh’i hatt-ı hümâyûnla atanmaya başlanınca, padişahın hizmetinde olunduğunu belirtmek üzere bu unvan kullanılmasıdır.
Meydan toplantılarında kıdem ve protokol sırası gözetilerek oturtulurdu. Buna “yollu yolunca oturmak” denirdi. Meydan töresince, şeyhten sonra pirler/ihtiyarlar ve menzil sahibi kemankeşler gelirdi. Sohbet ve yemek sırasında bunlar şeyhin sağ yanında otururlardı. Bu bakımdan meydan şeyhlerinin menzil sahibi yaşlı kemankeşler arasından seçilmesi âdetti. Seçimde o kişinin şahsiyeti de dikkate alınıyordu. 19.yüzyıl başlarında menzil sahipleri azaldığından, bu şart aranmaz olmuş, saygı değer ve sözü geçer bir kişi olması yeterli görülmüştür .
Tekke ve meydan, şeyhin başkanlığında bir heyet tarafından yönetilirdi. Şeyhin sağında eskilik sırasına göre; sağdan birinci Şeyhü’l-Menâzil fi’l-Meydân (Menziller Şeyhi, sağdan ikinci, Şeyh-i Mütevelli’i Akça’yı Vakf’ı Nukud denilen vakfın mütevellisi, onun altında Vâcibü’r- Riâye-i Meydan /Menzil Sahibleri denilen ihtiyarlar otururdu. Şeyh bunlardan seçilirdi. Kabza alan kemankeşler(tâlib-i menziller) kıdem sırası (dümende oturmak) ile solda otururlar, menzil alınca, sağda dümene geçerlerdi.
Ok Meydanı’nın Diğer Görevlileri :
Meydan Amiri/Meydan Kadısı/Nâib: Hukukî anlaşmazlıklar konusunda söz sahibi ve Galata Kadısı’nın vekilidir.
Şeyü’l-Menâzil fi’l-Meydan/Menzil Şeyhi: Meydan şeyhinden ayrı bir unvân olup, sadece menzil atışlarıyla ilgilenmektedir.
Meydan Nakîbi/Vekilharç : Meydan Şeyhinin yardımcısı.
Yazıcı-yı Meydan: Ok Meydanı yazıcısı, kâtibi.
Tekke-nişîn: Devamlı Tekke’de kalır; bina ve eşyaların muhafazasından sorumludur. Şeyhin ve mütevellinin yardımcısıdır.
Meydan İmamı ve Hatîbi: Toplu ibadetleri ve atışlar sırasındaki duâları yönetir. Meydan duacıları onun emrindedirler.
Duâcı-yı Meydan: Meydan Duâcısı.
Korucubaşı: Meydanın güvenliğinden birinci derecede sorumlu kıdemli korucu.
Korucular: Yeniçeri Ağası’na bağlı olup, Onun tarafından atanır. Meydanın güvenlik işlerinden sorumludurlar. Yaz kış hergün meydanda bulunur, meydan vakfından para alırlardı.
Rikâb-ı Hümâyûn Atıcıbaşısı/Okçubaşısı: Padişahın hizmetinde olan okçuların başı.
Sicilli Kemankeş/Icâzetli Kemankeş: Gereken şartları yerine getirip, üstadından kabza ve icâzet almış, Okçular Sicili’ne kayıt olunmuş kemankeş.
Havacıbaşı: Meydan havacılarının en kıdemlisi.
Havacıyı Meydan: Meydan Havacısı, Havacı. Havacılar: Şahitlerle birlikte, atış sırasında “hava yeri”nde durarak okun düştüğü yeri ve rekorları, ayak yerinde duranlara bildiren/ haber veren güvenilir kişiler.
Ahçı: Meydan kadrosundandır.
Hizmetkâr: Meydan kadrosundandır.
Meydan Ehli: Meydan toplantılarında ve atışlarda bulunmağa hak kazanmış kişilerdir: Bunlar:Meydan Görevlileri, İhtiyârlar, Kemankeşler, Yaycı ve Okçu Ustaları, Meydan Müdâvimleridir.
Ihtiyârân-ı Meydan/Meydan Uluları/Meydan Ihtiyârları: Okçulukla ilgisini sürdüren yaşlı ve saygıdeğer kemankeşlerdir. Meydan âdabını korumak konusunda söz sahibiydiler.
Meydan piri: Ok Meydanı’nın en yaşlı kişisi. Meydanın pir-i pîşkademi.
RİTÜELLER
Er meydanı, Ok meydanı, Cirit meydanı ve diğer spor meydanları; yiğitliğin, cesaretin, dürüstlüğün, yardımseverliğin, mertliğin ve cömertliğin gösterildiği meydanlardır. Bu açıdan örnek davranışlara sahip sporcular, kin ve nefret duygularından , kötü huylardan uzak ve spor ahlâkının yarışı içerisindedirler.
.
Okçuluktaki /Ritüeller: Yen giymek, Küçük Kabza ve Büyük Kabza Almak
Ok Meydanı’nda bütün törenler gibi, Kabza alma töreni de belli usûllere göre yapılırdı. Kıdeme, merâtib silsilesine göre herkesin yerini almasına çok dikkat edilir, her şeyin yolunca olmasına çalışılırdı.
Okçuların kendi branşlarında yükseldiklerini başkalarına göstermek için, kabza sınavları yapılmaktaydı. Ahîlikte de bir kademden diğerine geçişte küçük bir numunesi mahiyetinde bir merasim yapılmaktadır. Bu merasimde hizmete ait Emanet’in teslimi yapılır. Okçulukta da bir üstatdan Küçük ve Büyük kabza alarak menzil atmamış atıcıya, hiçbir meydanda menzil attırılmazdı. Atıcılıkta kabza almak/icazet almak sadece bir başlangıçtır. Okçunun hayatında bir dönüm noktasıdır. Okçuluğa heves eden, bir süre sıkı çalışan sağlıklı her kişi bunu başarabilirdi. Asıl bundan sonrası, okçulukta rekor kırıp menzil alabilecek seviyeye ulaşmak önemliydi. Yine de, menzil sahibi olmak, kemankeşlikte başarının tek ölçüsü sayılamazdı. Binci, hatta Binyüz cü kemankeşliğe kadar yükseldiği hâlde menzil olamamış pek çok usta okçu vardı.
Küçük Kabza Alma Töreni :
Atıcı olmak isteyen kişi bulunduğu şehirde Atıcılar Tekkesi var ise, tekkeye giderek dileğini meydan ihtiyarlarına bildirip, kendisine bir üstat verilmesini ister. Meydan ihtiyarları o kişinin kötü bir şöhreti olup olmadığını araştırıp, ahlâken atıcılığa lâyık görürlerse, menzil alıp sicile yazılmış usta atıcılardan birini ona üstat olarak verir. Eğer o şehirde yalnız ok meydanı varsa, meydana bakmakla görevlendirilmiş ihtiyarlara bu dileğini bildirir veya üstat bir kemankeşle kendisi anlaşarak ona şakirt olur.
Bu şekilde bir üstat kemankeşe şakirt olan kişiye, üstadı şu şekilde kabza verir: Şakirt (çırak) üstadının önünde diz çökerek durur. Üstadı sol eliyle bir yayı kabzası altından tutarak şu konuşmayı yapar: “-Bismillâh ve âli berekâtü Resûlu’llâh. Kabza Cebrâil Aleyhi’s-selâm hu süphane ve Taliâlinin emr-i şerifleriyle cennetten çıkıp ibtida oku Peygamber Aleyhi’s-selâm’a getirdi. Sonra Hazret-i Sultan Enbiya-ı Sallâ’llahu ve sellem’in izn-i , şerifiyle Sa’d bin Ebû Vakkas raziyallâhü anh pir’imiz olub kabzayı eshâb-ı güzine verildi. Ondan biribirlerine emanet edilerek üstadım bana verdi. Ben de emaneti sana teslim eyledim. Fi sebilillâh niyet edüp ok at gaza ile ve talib olan kabza aşıkına bu minval üzere hayır ve dua ile teslim eyle” diyerek kabzayı sol eliyle şakirdinin sol eline teslim eder ve sağ elindeki bir oku veya gezi şakirdin sağ eline verip usulünce çektirerek kabza almış olunur. O günden sonra bu şakirde Kabza Talibi denilir. Padişah’ın kabza alması da usûlu dairesinde olmaktadır.
Bu suretle Küçük Kabza alan şakird üstadından atıcılığın tekniğini, nasıl idman yapılacağını ve bir atıcıda bulunması gereken ahlâki özellikleri öğrenmeye başlar. Büyük Kabza alıncaya kadar onunla çalışır. Tâlibin eline hemen sert menzil yayı verilmez, yumuşak yaylar ile başlanıp zamanla yayın kuvveti arttırılır. Daha sonra, okçunun ömrü boyunca bıkmadan sürdüreceği idman devresi başlar. Vücudunu atışta hazır tutabilmek için, her gün bir miktar idman yapması gereklidir. Hiç olmazsa her sabah, teberrüken 66 defa kepâde yayı çekmelidir. Henüz kepâde idmanı devresinde bulunan acemi okçuya da Kepâdekeş denirdi. Bu konuda okçular arasında bir atasözü çok tekrarlanırdı: “Sen oku bir gün bırakırsan, o seni on gün bırakır.” Bu süre içinde Küşekçe yayı ile Hava-gezi’ni torbaya atarak idman yapar. Ustası bu idmanları yeterli görünce, ok meydanına giderek Puta ve Menzil atışlarına da çalışır.
Büyük Kabza Alma Töreni :
Kendisine Küçük Kabza veren üstadıyla ok atmayı meşk eden atıcı, Heki okuyla 800 geze, Yeksüvar okuyla 850 geze ve Pişrev okuyla da 900 (594m) geze atabilecek duruma gelince, üstadının da iznini alarak meydan ihtiyarlarına gidip: “-Ihtiyarlar, duanız ve izniniz ile Müsahık isem 900 gez menzile talibim..” der. Ihtiyarlar atıcının hangi menzilde duracağını, yayının ağırlığının o menzilde atmaya uygun olup olmadığını, okçusunun ve yaycısının kimler olduğunu öğrendikten sonra, başka bir engel de bulunmuyorsa atışa müsaade ederler(103).
Menzil atmaya izin alan atıcının Ayak Yeri’nde iki, Hava Yeri’nde de üç olmak üzere, beş tanık bulundurması gerektiği için, bunları da hazırladıktan sonra, elverişli bir havada üstadını, yaycısını, okçusunu, tanıklarını, bütün tekke personelini ve o gün meydanda bulunan kemankeşler ile varsa konukları beraberine alarak şeyhin huzurunda toplanmak üzere meydana Meydan Sofası’na gelir. (104).
Şeyhin durduğu yere yakın yapılmış olan ehram’a talib oturtulur. Tekkenin vekilharcı, tören başlayınca talibi oturduğu ehramdan kaldırıp şeyhin önüne getirir. Şeyh talibe:
“Ayağa durdum ve mahallinden aşırı ok attım, menzil bozdum diye dava edersin. Ayak şahitlerin var mı?” diye sorar. Atıcı/Talip temenna ederek,
“Var”. diye karşılık verince, vekilharç, iki “Ayak taşı” şahidini şeyhin önüne getirir. Onlar da tanıklık yapınca, şeyh bu sefer tanıklık yapacak kemankeşlere:
“Bu talibi kabza, ayağını ayak yerine düz bastı mı?” der. Tanıklar da:
“Bastı”, karşılığını verince,
“Destar bozulduğunu gördünüz mü?”
“Gördük.”
“Böyle tanık mısınız?”
“Tanığız” diye karşılık verirler. Vekilharç daha sonra iki havacıyı çağırıp şeyhin önüne götürür. Şeyh onlara da:
“Mahallinden aşırı okunu kondurduk ve destar bozduk.”
“Böyle tanık mısınız?”
“Tanığız” diye karşılık verirler.
Şahitlerin bu şekilde tanıklık etmesiyle 900 gezden yukarı ok attığı belirlenince, kabza alacak atıcı şeyhin önünde yere diz çöker. Kabza kısmı yukarıya, çilesi yere gelecek şekilde önüne bir yay konulur. Talip, sağ elini yayın kabzasına koyup kaldırarak parmaklarının içe gelen kısmını öper.
Başka bir el öpme şekli de şöyledir: Diğer işlemler aynen yapıldıktan sonra, sol elinin parmak uçlarını kabzanın üzerine koyup, sağ elini de bu sol elinin üstüne (avuç içi avuç içine gelecek şekilde) koyarak iki eliyle yayı havaya kaldırır ve sol elinin üstünü öper. Sonra ayağa kalkıp şeyhin elini öpünce şeyh:
“Götürün üstadı kabza versin.”, der.
Vekilharç atıcıyı üstadının önüne götürür. Talip üstadının önünde diz çöküp elini öpünce üstadı, çırağının sol kulağını sağ eliyle tutarak öğüt verir ve şu duayı okur:
“Bismillahirrahmanirrahim Allahümme salli alâ seyyidinâ ve Nebiyyina Muhammedin ve âli nur-ı Muhammed Mustafa. Allahümme salli alâ seyyidina Muhammed ve âli Haticetü’l kubra ve Fatımatü’l Zehra ve Imam Hasanü’l razi ve imamü’l Hüseyin el mazlumü’l şehid düşen Kerbelâ ve Imam Zeynelabidin, Muhammed el Bakır ve Imam Cafer el Sadık ve Imam Musa el Kâzım ve Imam Muhammedü’l Şafi ve Imam Hasanül askeri ve Imam Muhammed el Mehdi sahibü’l zaman ve kutbü’l devranü’l kayim el rıdvan Allahu Teâlâ aleyhim ecmain ve cümle bu tarıkda gelmiş ve geçmiş ehl-i kabza perverleri ihtiyarları ruhu içün ve mevcud olanların ervahı içün ve cümle şehidlerin ve gazilerin ruhu içün ve rical-i gayib içün ve düşmanların kahrı içün fatiha Ruy-i pak Resûlüllah’a salavat.
Bu duayı huşu içinde dinleyen talip, dua bittikten sonra ayağa kalkarak tekrar üstadının elini öper. Daha sonra orada bulunan bütün kemankeşlerin de elini öptükten sonra şeyh ile bitişik odaya girerler. Burada şeyh ona Kemankeş sırrını söyler ve Büyük Kabza Alma töreni de bu şekilde tamamlanmış olur.Okçuluk risâlelerinde, olur olmaz kişinin eline düşer diye, kemankeşlik sırrı açıklanmaz. Bu sır şöyledir: “Yayın kabzasına abdestsiz yapışmaya, onu nâehle, serkeşe teslîm ve tâlim etmeye ve eti yenmez kuşa ve sâir hayvana bilâ özür atmaya, gözü görmediği mahalle atmaya, atışa Besmele ve Salât ü Selâm ile başlana.” Fütüvvet, içine kapalı ve yarı gizli bir teşkilâttı. Taliplere aktarılan bazı öğütlerin, teşkilât dışı kişilerce duyulması ve bilinmesi istenmezdi. Kabza alma töreninde, üstâdın tâlibin kulağına fısıldadığı kemankeşlik sırrı da bu çeşit öğütlerdendir.
Meydan şeyhinden bu şekilde izin alan atıcının, en kısa zamanda taşını dikmesi kendisi için hayırlı olur. Çünkü hemen dikmezse hastalık, ölüm, görevle başka yere gitme gibi nedenlerle belki sonradan dikmeye imkân bulamaz. Böylece hem emeği boşa gitmiş ve hem de o menzilin baş taş’ı dikilmemiş olurdu. Kemankeş Mustafa bu konuda atıcılara şu öğüdü veriyor. “Şimdi ey kabza aşığı, malum olaki yarım gez okun baş taştan ziyade düştüyse cehd edüp hemen taş dikesin. Nice kimselere rast gelindi ki, bir zaman buraya dek ok atub taş dikmeyi ihmal eylemiş idi. Daha ziyade atayım, o zaman dikeyim derken bir bahane ortaya çıkıp ya sefere veya hastalık gibi. Bu arada nice müddet geçti idmanı elden gitti. Tekrar ol idmanı elde edemedi. Halbuki o zaman taşını dikmiş olsaydı, şimdi akranı arasında adın anılır eserin yaşamış olur ve taşını görenler falan kimsenin nişanıdır diye ruhuna rahmet okuyup dua ve hayır ile adın anılmış olurdu.”.
O günden sonra kemankeş sırrını alan atıcının adı, tekkenin Okçular Sicili defterine yazılır. Atıcının “defterli” olması demek, kemankeş olması/Ah-ı kabza demektir. Koluna Kolçak takabilir padişahlar huzurunda atış yapmaya hak kazanmış olurdu. Padişahların da kabza alma törenleri bu şekilde olurdu. Yalnız Padişahlar el öpmeyeceği için, Büyük oda (Meydan Sofası) da özel surette bir yer hazırlanır, padişah buraya oturarak töreni seyreder. Yerine de vekil ettiği kimse kabza alırdı. Kemankeş sırrını da şeyh efendi padişahın yanına giderek söylerdi
16. yüzyılın sonlarına kadar, kabza törenlerinde, üstâd tâlibin sol koluna iğreti yen veya kolçak takardı. Kolçak : Kabza verirken üstadın talibin sol bileğine taktığı meşin bağdır. Bilek siperinin kullanılmadığı dönemde, sol bileği ok çarpmasından korumak için kolçak kullanılırdı. Kolçak takmak, kökleri ahîliğe ve fütüvvet inancına kadar giden eski bir töredir. Bu âdet fütüvvete göre Hz. Hüseyin’den kalmadır. Ok atarken koluna çarpardı. Bunu gören Ebû Vakkas, “Bir yen olsa iyi olur” dedi ve bunu yaptırdı. Hem ona, hem kendi koluna takdı. Buna iğreti yen de denir . Üstaddan büyük kabza almak demektir .
Pir tutmak, yen(kolçak) giymek ve şed kuşanmak gibi âdetler, eski fütüvvet inancının Ok Meydanı törenlerinde devam ettiğini göstermektedir. Gençlerden kurulan ve tarihi 12. Yüzyıldan daha önceye uzanan Fütüvvet yolu ve teşkilâtı, Ahîlik adı ile 14. ve 15.yüzyıllarda Anadolu’da da devam etmiştir. 14.yüzyılda Anadolu’yu gezen Ibn-i Batu’da, birçok illerde rastladığı bu teşkilâtı uzun boylu anlatır. Ayrıca, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda bu teşkilâtın rolü olduğu, Sultan I. Osman’ın ve Ankara’yı Ahîlerden teslim alan (1361) Sultan I. Murad’ın bu teşkilâta girdikleri bilinmektedir .
Bir ahlâk ve dayanışma yolu olan Fütüvvet’e girebilmek için, tâlibin şeyhü’l-fütüvve’den şed kuşanması ve kendi mesleği ile ilgili sembolik bir nesneyi alıp öpmesi gerekirdi. Bunun için düzenlenen törenin, kabza alma töreni ile yakın benzerlikler taşıdığı görülmektedir. Duâlar hemen hemen aynıdır. Vekilharç görevindeki nakîb, tâlibe burada da refakat etmekte, şeyh tâlibin mesleği ile ilgili nesneyi verirken ve nasihât ederken aynı sembolik davranışlarda bulunmaktadır.
Kabza talibi abdest alarak hangi menzilde alacak ise, o menzilin “Ayak taşı”na “Bismillâhirrahmanirrahim” diyerek basar. Havacılar hava yerine giderler. Ayak yeri’nde bulunacak tanıklardan birisi kabza talibinin sağında, diğeri solunda durur. Atıcı kurulmuş yayı yaycısından ve oku da okçusundan alıp tekrar “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek yayını çeker ve “Ya Hakk” sedasıyla okunu atar. Atılan ok yukarıda da belirtildiği gibi, pişrev ise 900 gezden, Yeksüvar ise 850 gezden ve haki ise 800 gezden aşağı düşmemesi gerekir.
Kurallara göre atmış ve gereken menzilden ileri oku düşmüş ise, havacılar sarıklarını havaya atarak işaret verirler. Buna “Destar bozdu” denilir. Atıcı Ayak taşı’na da doğru basmış ise, hep beraber okun düştüğü yere giderler.
Ok Atışlarındaki Ritüeller/Törenler :
Menzil atma durumuna gelen bir atıcı, hangi menzilde ok atmak ve taş dikmek istediğini, meydan ihtiyarlarına giderek: “Dileğimiz hikmetiniz ile ok atmaktır. Filân menzilde ok atmamama ne dersiniz? İzniniz var mı? diye sorar. İhtiyarlar durumu inceleyip istediği menzilde ok atmasına izin verir veya başka tavsiyelerde bulunur .
Kanunnâme-i Rımat’a göre, üç boyda menzil yarışması yapılıyordu. Bu üç boyun isimleri ve katılacak olanlarda aranılan şartlar şöyleydi.
Aşağı Koşu:Bu boya 900 geze kadar atabilenler ve ihtiyarlar katılır. En yaşlı atıcının çektiği bir yay ile bütün atıcılar beşer ezmayiş oku atarlar. Beşer ok atılmasının nedeni; İslamın şartının beş olması, beş büyük peygamberin (Hz. Nuh, Hz. Ibrahim, Hz. Musa, Hz. Isa, ve Hz. Muhammed) olması ve günde beş vakit namaz kılınması gibi İslam geleneğinde yer alan değerlerden kaynaklanmaktadır.
Doküzyüzcüler koşusu: Bu boya Orta koşu da denilir. 900 gez ve yukarısına atanların koşusudur. Yedi’şer heki oku atarlar. Yarışma eğer padişahın huzurunda yapılıyorsa pişrev oku atılır. Yedi ok atılmasının nedeni; yedi yıldızda, yedi gökten, yedi yerden, yedi azadan, Kâbe’nin yedi kez tavafından, Safâ ile Merve arasında yedi kez seyirtmeken ve İsmail’in şeytana yedi taş atmasından ve İslamda mistik hiyerarşi’nin yedi dereceli olmasındandır.
Binciler koşusu: Bu boya Baş koşusu da denilir. 1000 gez ve yukarı atanların koşusudur. Dokuz’ar pişrev oku atarlar.
Binyüzcüler koşusu: Bu boy, en büyük koşudur. 1100 gez ve yukarı atanların koşusudur. 11’er pişrev oku atarlar.
Atışlar genelde ikindi namazını kıldıktan sonra duâ ve senâ ile başlardı. Atışın yapılacağı ayak yeri’nde iki ve okun düşeceği hava yeri’nde de meydan ihtiyarlarından üç şahit (birisi baş taş’ın sağında, biri solunda ve üçüncüsü de ilerisinde durarak oku gözetlerler.), okçusu yaycısı ve o menzilde daha önce taş dikmiş bir atıcı yerini alırdı. Duâcı ortaya çıkar, gerekli duâları okur ve salâvat ederler, oradakiler de Amin derlerdi. Sonra menzil tâliplerinden en kıdemlisi kalkıp ayak yerine gelir. Atıcı oradaki cümle kemankeşlerden icâzet ve himmet talep ederek: “Safâ nazarınız bizimle olsun. İzniniz olursa gaza niyyetine ok atıp menzil almak dilerim” der. Etrafında bulunanlar kendisine: “Nola, koluna kuvvet pehlivan / kuvvet birle küşâd olsun.” diye cevab verince atışlar başlardı. Kemankeş/atıcı Bismillah diyerek şu duayı okur: “Billahi tevekkeltü alellahi velâ ahede sivâhü” ve “Niyyet-i gazâ! Ya Hakk! nidasıyla okunu atar. Her kemankeş, sırasıyla, kararlaştırılan sayıda ok atardı. Bu sayının üç, beş, yedi, dokuz veya on bir olması gerekirdi. Bu tür atışlarda 900’cüler beş, 1000’ciler yedi ve 1100’cüler de 11’er ok atarlardı.
Kurallara göre atmış ve gereken menzilden ileri oku düşmüş ise, havacılar sarıklarını-dülbentlerini havada sallayarak, atarak işaret verirler. Buna, Destar bozdu denilir. Destar bozulunca , baş taş geçilmiş sayılırdı. Atıcı Ayak taşına da doğru basmış ise, ayak yerinde bulunanlar hep beraber okun düştüğü yere gidilir. Ok salkı düşmemiş ise geçerli sayılarak, Alin-i erkân ile saplandığı yerden törenle meydan ihtiyarlarından birisi veya atıcının yakını tarafından, çıkarılır .
Okun Yerden Çıkarılma Töreni:
Atılan ok bir rekor kırmışsa, üstatlar kavlince şast ve kabzadan geçmiş ise; okun yanında toplananların hepsi birden yüksek sesle, Allah’ın azametini ululamak için:“Allâhu Ekber, Allâhu Ekber, Lâ ilâhe illâllah” diye tekbir getirirler. Fütüvvet geleneğinde çâr-pir (Adem, Nuh, Ibrahim, Hz. Muhammed Peygamberler)’e atfedilirken, çâr-tekbîr ise (Rıza, Fenâ, Safâ, Vefâ)’ya tekabül eder. Atıcının üstadı veya orada bulunan meydan ihtiyarlarından birisi, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in, sahabelerine ve Sa’d bin Ebu Vakkas hazretlerinin ruhları ile, ok meydanlarından yetişip de ölmüş bütün atıcıların ruhları için dua ile salat (Fatiha-i şerif ve üç ihlâs-ı şerif okunur) ve selâm edilerek hediye edilir. Daha sonra üç defa tekbir alınarak “Allâhü ekber, lâ ilâhe illâllahü vallahü ekber, Allâhü ekber ve lillâhil hamd” diyerek, oku yapan usta, yoksa atıcı tarafından ok yerinden çıkarılır. Çıkarılan ok atıcısına verilir. Bulunanlar birbirleriyle kucaklaşır (musafaha) yaparlar. Düştüğü yer belli olsun diye oraya bir işaret/nişan konulur veya taş yığılır. Rekorun baş taşın kaç gez ileri düştüğü ölçülüp hep birlikte meydan şeyhinin yanına gidilerek durum anlatılır ve atıcı taşının dikilmesi için izin ister. Tekkede yapılacak izin verme töreni için bir gün beklenir. O gün, menzili bozarak sicile yazılmağa ve Kemankeş unvânını almaya hak kazanan atıcı, masrafı kendisi tarafından yapılarak tekkede öğlenleyin, kabza töreninin şükranesi için bir ziyafet verir/sofra çekilir. Fütüvvette de “şükrane sofrası”nı bir makamdan diğerine yükselen fütüvvet ehli çektiğinden, kabza almadaki ziyafet fütüvvetteki ziyafetle birbirlerini bütünlemektedirler. Ziyafete bütün atıcıları ve kendisine maddî ve manevî yardımda bulunan devlet büyüklerini davet eder. Meydanda yemek yenilirken Sahib-i menzil olanların eskisi, yenisinden önce olmak suretiyle Şeyhin sağ tarafına ve Talib-i menzil ile Müstehak-ı menzil olan atıcılarda, Şeyhin sol tarafına eskisi yenisinden önce olmak üzere (eskilik derecelerine göre/yollu yolunca) oturur. Atıcılar Kanunnamesi’nin 9’uncu bölümü Tekke’nin Taâmiyyesi Beyanındadır başlığıyla, tekkede Pazartesi ve Perşembe günleri atıcılara verilen yemekteki sofra düzeni anlatılırken bu hiyerarşiye yer verilmiştir. Yemekten sonra da Hamd edilir. Şeyh sofra duası yaptırır ve sonra Büyük Kabza Alma töreni yapılır.
Bir törende birden fazla tâlibe kabza verildiği de olurdu. Bunun nedeni, talibe fazla masraf yüklememek içindir. Kabza alan tâlibin ziyâfet çekmesi, hiç olmazsa bir koyun pişirtip dağıtması gerekirdi. Bu yüzden kabza töreni, yüksek rütbeli veya zengin bir kişinin verdiği ziyafete rastlatılırdı. Ayrıca, Sultanların, vezirlerin veya saray erkânının kabza alma, yahut taş diktirme ziyafetlerinde, birçok tâlibin kabza aldığı bilinmektedir. Bu sayı bâzen 50’yi bulmaktadır.
Menzil alan kemankeş, bir yandan taşçıya menzil taşını yaptırırken, diğer yandan ziyâfet hazırlıklarıyla uğraşırdı. Ziyafetle taş diktirmek âdetti. Menzil taşı diktirecek talip, Şeyhi, ihtiyârları, üstadı ve itibarlı kemankeşleri kendi dâvet eder, diğerlerini havacılara ve dümende ki iki tâlibe davet ettirirdi. Ziyafet, rekor sahibinin maddî imkânları ölçüsünde tutulurdu. Masraf, 17.yüzyıl başında yaklaşık 1000 akçeyi buluyordu. Bazen okçuluğa meraklı padişah, vezir veya paşalar da masrafı üzerine alırdı. O zaman ziyafete, kabza törenleri ve ok koşuları da eklenir, büyük bir şenlik havası verilirdi. Ziyâfette herkes “yerli yerince” oturur, sonunda meydan şeyhine, üstada, vekilharca, yaycı ve okçuya, havacılara ve şahitlik yapacak kişilere hediyeler dağıtılırdı. Sonra birlikte menzil yerine gidilir; kemankeşler çepeçevre, sağda menzil sahipleri solda talibler otururlar; Şeyhin sorgusuyla menzil taşı diktirme merâsimine geçilirdi.
Menzil Taşı Dikme Töreni:
Okun düştüğü yer daha önce işaret edilen yerde toplandıktan sonra, Şeyh: “Bu menzili sen mi attın ?” diye sorar. Kemankeş: “Allah’ın izniyle ben attım.” derdi. Bunun üzerine önceki menzilin sâhibi veya oradaki birkaç kemankeş usulen (eğer bir hatâ varsa gerçekten) itiraz ederlerdi. O zaman, çağrılan iki ayak ve iki hava şâhidi dinlenirdi. Ayak şahitleri: “Oku yolunca attı, sarık bozulduğun gördük.”, hava şahitleri ise: “oku buraya düştü, konduğunu gördük.” derlerdi. İtirazcılar bu defa şahitler için şahadet isterlerdi. Orada hazır bulunanlar, dört şahidin de sözlerinin doğruluğuna ve garazsız kişiler olduğuna şahitlik ederlerdi. Sonra dualar okunur, bir ihtiyâr kalkıp okun düştüğü çakıl yığılı yer çevresine bir daire çizer, burası kazılır, tekbîrlerle taş diktirilir ve bir Fatiha ile tören son bulurdu.
- Kaynak : http://www.ozturkler.com/tr/index.php?deger=view&cat=23&scat=25&id=706
Kemankeş Sırrı
KEMANKEŞ SIRRI "Okçuluk üzerine"
"At dorudur, diğerleri renktir. Ok akkavaktır, diğerleri çöptür Şehir sadece Rum'dur, diğerleri köydür Türk binicidir, diğerleri yükdür." ( Fahr-i Müdebbir, Hindistan, XIII y.y. )
Okun Tarihî Serüveni
Ok, insanlık tarihinin en eski silahlarından biridir ve tarih öncesi devirlerden itibaren Avustralydışında dünya coğ-rafyasının her bölgesinde örneklerine rastlanmıştır. Okçuluğun tarihçesini yazan Abdurrahman Taberî'ye göre oku ilk olarak Hazreti Adem(a.s.) kullanmıştır. Daha sonra biz bu klasik savaş silahını Eski Mısır, Babil ve Çin'de gö-rmekteyiz. Daha detaylı bilgiler ise, Oğuz Destanı'ndan itibaren bütün şifahî ve yazılı Türk kaynaklarında karşımıza çıkmaktadır. Eski Türk cemiyet yapısı da oka dayandırılmaktadır. Macar Türkolog Gyula emeth, "Oğuz" adının "oklar" mânâsına geldiğini ileri sürmektedir. Nitekim, bu en büyük Türk boyu, daha dâsitânî devirlerden itibaren "Boz ok" ve "Üç ok" olmak üzere iki büyük kola ayrılmaktadır. "Boy-kabile" mânâsına gelen buradaki ok, aynı zamanda bir sembolü ifade etmektedir. Ok motifi Dede Korkut'ta da kullanılır; bu destanda bir Türkün "Alp", yani kahraman sayılabilmesi için uçan kuşu okla düşürebilmesinin şart olduğu yazılıdır. Ayrıca ok, Türklerin eski lügatında "miras hissesi" mânâsına da gelmektedir. Türk insanı, hayatını, babasından tevarüs ettiği (miras kalan) okuyla kazandığı için ona "miras hissesi" demiştir. Oka dair enteresan bir tesbit de Gazneli Sultan Mevdud'a (ö. 1049) aittir. Cömertliği ve usta okçuluğu ile tanınan Sultan Mevdud'un, savaşlarda altın ok kullandığı, attığı okun birisine isabet edip, o kişinin ölmesi halinde nazesinin; okun altınından elde edilen para ile kaldırıldığı, savaşçı yalnızca yaralandığında ise tedavi giderlerinin, okun parasıyla karşılandığı rivayet olunmuştur. Selçuklularda da ok ve yay, hem adaleti, hem de hakimiyeti (hükümdarlığı) temsil eden bir sembol olarak kullanılmıştır. Ayrıca Tuğrul Bey'den itibaren bütün Selçuklu hükümdarları iç ve dış yazışmalarda bu işareti kullanmaları oka verilen önemi vurgulamaktadır. selçuk Bey'in babası Dukak'ın, "Temür-yalığ" (Demir Yaylı) ünvanı taşıması da eski Türklerde ok ve yayın değerini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Arapların da eskiden beri pek mâhirâne ok kullandıkları bilinmektedir. Sahralarda avcılıkla maişetini temin eden Arap insanının, istediğinde bir ceylanı gözünden vurabilecek kadar kabiliyetli olmasından dolayı mâhir okçulara "remmatül hadak" nâmı verilmiştir. Ayrıca Araplar kurun-ı vustada (orta zamanda) okçuluk sanatında oldukça ileri gitmişler ve bununla ilgili birçok yeni âlet ve edevat icad etmişlerdir.
Okçuların Pîri
Okçuların pîri kabul edilen ve Allah (c.c.) yolunda ilk ok atma faziletinin sahibi, şanlı sahabi Sa'd bin Ebi Vakkas (r.a.)'ın İslam tarihinde güzide bir yeri vardır. İslam'ın gelişme sürecinin önemli savaşlarından biri olan Uhud Gazası'nın ölüm kalım mücadelesi verildiği en tehlikeli anlarında, Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Sa'd'a elindeki okları verip:"At, ya Sa'd at! Anam babam sana feda olsun" buyurarak, ona büyük iltifatta bulunmuştur. Peygamberimiz'in (s.a.v.) daha önce kimseyi şereflendirmediği böyle bir iltifatla Hz. Sa'd hayatı boyunca iftihar etmiştir. Yine Resulullah Efendimiz(s.a.v.) bu savaşta kafirlere bin civarında ok attığı rivayet edilen Sa'd bin Ebi Vakkas'a "Allahım, onun attığını isabet ettir, duasını da kabul et" buyurarak sevince garketmiştir. Ok ve yay sanatının Orta Çağ İslam âleminde de büyük bir gelişme gösterdiğini görmekteyiz. Tarihî kaynaklar, XI. yüzyıldan itibaren İslam ordularında çelik yayların kullanıldığını belirtmektedir. Yin aynı kaynaklar bu tür yayların ancak XIII. Yüzyıl Avrupası'nda Franklarda görülmeye başladığını yazmaktadır. Savaş sanatında oldukça ileri giden Orta Çağ Müslü-manları ok ve yayların sayısız modellerini geliştirmişlerdir; bunlardan "çağın mitralyözleri" denilebilecek olan pedallısı her atışta "arı sürüsü gibi" çok sayıda ok fırlatabiliyordu. Kurşundan veya camdan bir mermi fırlatan kazık yay, madenden en iyi zırhları ve hatta taşı delip geçen çelik harbeler fırlatan sabit ve ağır akkar adı verilen yaylar, bu ürünlerden sadece birkaçıdır. Okçuluk sanatı, Türklerin İslâmiyeti kabul etmesindensonra bilhassa Osmanlı döneminde büyük gelişme gös-termiştir. İlk fetihlerden XVI yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osmanlı okçu birliklerinin, savaşların kaderine tesir eden önemli fonksiyonlar icra ettikleri görülmüştür.
Okun Çileli Oluşumu
Çam, gürgen ve kayın ağaçlarından yapılan okların en iyisi genç çam ağaçlarından yapılırdı. Bu çamların en iyileri de Bayramiç'nin Çavuş Köyü Kumunç dağında yetişirdi. Devlet-i Âliye'nin, çam ormanlarında, yalnız körpe çam dalı kesmeye memur ettiği "Çamcı" denilen hususî müfrezeleri vardı. Bunlar üçer parmak kalınlığında ve bir metre uzunluğundaki çamları keserek rutubetsiz bir yerde en az üç sene bekletirlerdi. Okların en iyisini yapmak için bu çamların yirmi sene, bunların daha mukavemetlisi olan "Tımarlı" okları elde etmek için ise elli sene bekletmek lazımdı. Bursa, Edirne ve İstanbul başta olmak üzere imparatorluğun büyük şehirlerinde ok yapımcılarına mahsus çarşılar meydana getirilmişti. Buralarda imâl edilen oklar daha sonra hususî sandıklarda fırınlara verilirdi. Belli zaman aralıklarıyla da soğuğa ve güneşe tutulan bu oklar mukavemet kazandırılarak kullanıma hazır hale getirilirdi. Osmanlı ordusunun ok ihtiyacı Cebeci Ocağı tarafından karşılanırdı. Araştırmalar 1511'de bu ocak tarafından 780 bin ok yaptırıldığını ortaya koymaktadır.. Evliya Çelebi de 17. yüzyılda İstanbul'daki ok imâl eden esnafla alâkalı olarak şu bilgileri verir: "Esnaf-ı okçuyan: Dükkan 200 ve nefer 300'dür. Pîr-leri, Ebu Muhammed bin Ömer bin el Vakkas olup, Hazreti Muhammed'in (sav) okunu ve yayını taşır ve seferden dön-dükçe ok yapardı. Kabri Eğin'dedir. Selman-ı Pâk'ın 46'ncı kemerbestesidir (kuşağındandır).
Ok imâli, türüne göre incelik isteyen bir sanattı. Okların sap kısımlarına, okun yörüngesinde itmesi için "yele" tâbir edilen kuş kanatları takılırdı. Kuğu, karabatak, kaz ve kartal tüylerinden yapılan bu kanatlar, devletin, bu tüyleri temin etmek için kurduğu hususî teşekküllerinden elde edilirdi. Topkapı Sarayı'ndaki Gülhane Hastahanesi'nin yanında bulunan havuzlardaki kuğular bu gaye için yetiştirilirdi. Yarışmalarda kullanılacak okların yelelerinin hazırlanması da başlı başına hassasiyet isteyen bir uzmanlık işiydi. Sağ kanattan alınan tüyler, sol kanattakilere göre daha tercih edilir ve ağırlıkları demrenin (uç) ağırlığı ile orantılı olarak hesaplanırdı. Bu orantı ölçüsü de demrenin ağırlığının sekizde biridir. Okların başlarına takılan ve "demren" adı verilen madenî sivri ucun geçirildiği yere "soya" denilirdi. Çavuş oklarının soyasına, içi delik bir kemik takılır, düdüklü ok denilen bu kemik, ok atılınca yılan gibi ıslık çalardı. Uçları testere gibi tırtıklı olan demrenler de vardı ki bunlar saplandıkları yerleri paramparça etmeden çıkmazlardı. Geniş uçlu dermenler ayı, domuz gibi av hayvanlarına atılırdı. Uçları meşinli oklar da tecrübe, staj ve tâlim için kullanılırdı. Osmanlı oklarının en mühimi ise parlayıcı, fitilli (dumdumlu) oklardı. Deniz savaşlarında, düşman yelkenlilerine karşı kullanılan önemli silahlardan biri olan bu okların demrenlerinin uçlarında yelkene sarılacak çengelleri, barut fişekleri ve fitilleri bulunurdu. Kemankeş (okçu), bu okun fişeğini ateşleyip düşman yelkenine fırlatıldığında ok, yelkene isabet ederek patlar ve yelkeni cayır cayır yakardı.
Ok Meydanı
Osmanlı, okçuluk sanatını geliştirmek için mparatorluğun çeşitli yerlerine spor sahaları kurmuştur. Sultan Orhan'ın Bursa'da yaptırdığı "Atıcılar Meydanı"ndan başlayarak Osmanlı şehirlerinde 30 kadar ok meydanı (meydan-ı fir-endâzan) tesbit edilebilmiştir. Bunların en meşhûru bugün "Ok Meydanı" diye bilinen Haliç sırtlarındaki meydandır. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethini müteakip otağını kurduğu bu yere hususî ehemmiyet vererek okçuluğun gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Genç Hakan, vakfiyesinde bu yer için: "Burası o kadar mühimdir ki, buradan sert tırnaklı hayvan geçmeyecek, mümkünse kuş uçurtulmayacaktır" diye söz eder. Fatih'den sonra okçuluğu geliştirmeye devam eden oğlu Sultan II. Bayezid, buraya tam teşekküllü (içinde zengin vakıfları, içtima ve spor salonu, aşevi, namazgâhı, arşiv ve kütüphanesi bulunan) bir tekke inşa ettirir ve buraya "Okçular Tekkesi" denilir. Kuraklık ve veba salgını zamanlarında dua mahalli olarak da kullanılan Ok Meydanı şehrin en ilgi çekici, en hareketli yerlerinden biri haline gelir.
Okçular Tekkesi
Okçuluğun geliştirilebilmesi ve ok tâlimlerinin muntazaman yapılabilmesi için kurulan okçular tekkesi (spor kulübü)'nin başında "Şeyhü'l-meydan- Okçular şeyhi" denilen bir vazifeli bulunur ve her iş usûlüne göre icra edilirdi. Ayrıca hükümdar tarafından tasdik edilmiş kanunları da bulunan bu okçuların, sicillerinin de muntazaman tutulduğunu görmekteyiz. Ok Meydanı'nda tâlime başlamak isteyen "kabza tâlibi", atıcılar arasına kabul edilmeye lâyık görülürse, isteklinin eline merasimle yay verilir ve kendisine bir üstad (antrenör) gösterilirdi. Bu merasimde, bir atıcıda (kemankeş) bulunması gereken vasıflar, atıcı namzedine uygun bir şekilde anlatılırdı. Atıcılar şeyhi tarafından kendisine bir belge (lisans) verilerek yay kullanma iznini aldığı bildirildikten sonra, hayatı boyunca sakınacağı şeyler ve yapacağı vazifeler gösterilirdi. Buna da "kabza teslim nasihatı" denirdi. Herkesin eline yay verilmez ve rastgelene atış usûlleri öğretilmezdi. Usûl ve âdaba aykırı hareket edip bunda ısrar eden kemankeşler, yolsuz addolunur ve şeyh tarafında "bizimle oturma" denilerek tekkeye alınmazlardı. Atışlara başlayan kimsenin tam bir kemankeş olabilmesi için 900 gez (1 gez: 66 cm) mesafeye ok atabilmesi lazımdı. Bunu başarabilen tâlibin adı atıcılar siciline kaydedilirdi. Bu münasebetle yapılan merasim okçular şeyhinin önünde yapılır ve merasim sırasında üstadı tarafından yeni kemankeşin kulağına "Kemankeş Sırrı" söylenirdi.
Kemankeş Sırrı
Günümüzde ağzından lâf alınamayan kimseler hakkında söylenen "Kemankeş Sırrı" tâbiri, aslında kişinin, kendi hünerini Hakk'ın inayetiyle birleştirmesinin zarûretini anlatmak için kullanılır. Kemankeş namzedi, kabzayı ustasının elinden alırken, ustası, bu işe tâlip olanın kulağına: "Ve mâ rameyte iz rameyte velâkinnallahe ramâ-Ey bu işe talib olan! Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı."(Enfal/17) âyetini okur. Böylece, namzedin sporculuk hayatı boyunca kazanacağı başarılardan dolayı gurura kapılarak kulluk sınırını tecavüz etmemesi gerektiğinin şuuru telkin edilirdi. Bugünün spor kulüplerinin karşılığı olan tekkelerde, sporculara verilen bu terbiye ve sporculuk anlayışı gerçekten çok düşündürücü ve göz kamaştırıcıdır. Günümüz spor otoritelerinin de bu yapılanmanın üzerinde kafa yorup, sporculara bu mantalitenin kazandırılması hususunda metodlar geliştirmesi gerekmektedir. Çünkü bugün spor, süratle olması gereken zeminden uzaklaşmakta ve paraya indeksli olarak sektörleşmektedir. Ayrıca loto ve toto adı altında kumara vasıta kılınması da ayrı bir handikap teşkil etmektedir. Sporcuların ise sadece fizikî kuvvetinin gelişmesi üzerinde durularak moral değerler göz ardı edilmektedir. Bu şekilde maddî ve manevî güçlerinin dengeli geliştirilmemesinin neticesi olarak da her türlü aşırılıklar boy göstermektedir. Dolayısıyla toplumun yetişmekte olan genç nesillerine örnek olması gereken sporun bu temsilcileri, tam tersine yanlış bir model görüntüsü vererek toplumun sağlıksız gelişmesinde önemli rol oynamaktadırlar.
Busbecq'in Hâtıraları
İmparator Charles Quint'in Muhteşem Süleyman'a gön-derdiği meşhûr büyükelçi Ogier Ghiselin de Busbecq, Osmanlı kemankeşleri hakkında şu enteresan bilgileri verir: "Türkler yedi sekiz yaşında iken ok atmaya başlıyorlar. On, on iki sene devamlı surette talim yapıyorlar. Bunun neticesinde kolları gayet kuvvetli oluyor. Sonunda o kadar maharet kesbediyorlar ki, hedef ne kadar küçük olsa yine isabet temin eyliyorlar. Kullandıkları yay genellikle bizimkinden çok sağlamdır. Hem kısa olduğu için kullanılması kolaydır. Yaylar tek bir ağaç parçasından yapılmıştır. Birbirlerine güzelce yapış-tırılmış ve tutturulmuş sırımla öküz boynuzundan yapılmıştır. Bir Türk uzun antremanlardan sonra en sağlam okla kirişi kulağının arkasına kadar gerebilir. Bu türlü bir yaya alışmamış bir adam ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yayla kiriş arasındaki işaretli noktaya kadar geremez. Tâlimlere mahsus okullarda (tâlimhanelerde) Türklerin o kadar maharetle ok attıklarını görürsünüz ki kalkan üzerindeki bir beyaz dairenin etrafını okla çevirebilirler. Bu beyaz daire 'taler'den küçüktür. Beş altı ok beyaz noktanın içine girmediği gibi birbirleriyle çarpışmadan beyaz noktanın kenarlarına dizilirler. Umumiyetle kalkandan otuz ayak (kadem) uzakta durup nişan alırlar.
Müsabakalar
Okçuluk yarışmalarının birkaç çeşidi vardı. Bunların hepsinde de başarı elde edebilmek için, yarışmacının vücut kuvvetiyle beraber, yay çekmede ve ok atmadaki hünerini birleştirebilmesi lazımdı. Bunun için okçular arasında, "atıcılıkta, sanat kuvvete hakimdir" sözü darb-ı mesel olmuştur. Bu yarışmaların başta geleni uzun mesafe atışlarıydı. Buna, "menzil atışı" denilmektedir. İkinci yarışma şekli de okla nişana vurmaktı. Buna, "puta atışı" denilirdi. Üçüncü yarışma ise, ucu demir oklarla kalın ağaç kütüklerini veya sert maden levhaları delmekti. Buna da "darp vurmak" denirdi. Osmanlı Sultanlarının da çoğu kez hazır bulunduğu bu gibi ok ve cirit müsabakalarının sonunda bugüne ışık tutacak gözalıcı tablolar yansırdı Padişah, mükafat dağıtırken sporculardan paraya ihtiyacı olmayanlar geriye çekilir, ihtiyacı olan arkadaşlarının ihsan-ı şâhaneyi almalarını sağlayarak örnek bir sporculuk ahlakı sergilerlerdi.
Rekorları Belgeleyen Âbideler: Menzil Taşları
Uzun mesafe atışlarında rüzgar istikametine göre (Yıldız, Lodos, Gündoğusu) atış yerleri vardı. Yarışacak kemankeş, ayak taşı denilen yere abdest alarak gelir ve orada bulunan diğer kemankeşlerin, hep bir ağızdan, kendilerine has bir söy-leyişleriyle: "Ne hava vü ne keman-ü kemankeş Ancak erdiren menziline nidayı ya Hak!" diye seslenmelerinin ardından okunu atardı. Bir atıcının atmaya muvaffak olduğu en uzun mesafe bir rekor teşkil eder ve okun düştüğü yere atıcının adı ve tarihini belirten ve adına "menzil taşı" denilen mermerden âbidevî bir sütun dikilirdi (bkz. sh.22) Rekor kırmış atıcıların adlarını ebedîleştirmek için dikilen bu taşlar, genellikle klasik, lâle, barok ve ampir üslûplarında olur ve üzerleri de klasik mensur yazılarla işlenerek atıcıların başarıları tescil edilirdi. Rekoru kıran kemankeş, âbidenin altına para serper ve büyük bir ziyafet tertip ederek tekke şeyhi ve yardımcılarına hediyeler verirdi. İleriki tarihlerde başka bir kemankeş o menzil taşından daha öteye okunu düşürebildiği takdirde o da taş dikme hakkını kazanırdı. Böylece ikinci, üçüncü.. taşlar sıra ile birbirini takip ederdi. İlk dikilen taşa, o menzilin "ana taşı" denilirdi. Bu menzil arışmalarındaki bazı rekorlar asırlarca kırılamamış ve bazı menzillerin geçilebilmesi kâbil olmamıştır. Devrin ünlü kemankeşleri ve attıkları mesafelere gelince; Kazzaz Ahmet 1037 gez'e, Sinan Subaşı 1109 gez'e, Kaptan Sinan 1232 gez'e ve Tozkoparan İskender 1281,5 gez'e (845.79 cm) ulaşmıştır ki okçulukta erişilen en büyük rekordur. Tozkoparan bu rekora ulaşınca "cihan pehlivanı" ünvanını almış ve adına taş dikilerek üzerine: "Sahib-ül menzil-i fi'l-meydan Ellezi ismuhü Tozkoparan" diye beyit dizilmiştir. Ayrıca Osmanlı hükümdarlarından Bağdat Fatihi Dör-düncü Murat, Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut da İstanbul Ok Meydanı'nda menzil taşı sahibidirler. Birkaç menzil taşı bulunan İkinci Mahmud'un hicrî 1251 (m. 1835) tarihli taşının altında Yesarîzâde Mustafa İzzet Efendi imzalı şu beyit vardır:
"Kuvvet-ü şevkle alup kemanın kabzaya
Attı tirin bin ikiyüz yirmibir gez padişah"
Tozkoparan İskender
Ok Meydanı, birçok ünlü atıcılar görmüştür. Bunların en namlılarından biri de Tozkoparan İskender'dir. Tozkoparan'ın yetişmesi hakkında eski kavisnameler şu malûmatı verirler: O asırda İran'dan Bahtiyar adını taşıyan bir pehlivan gelip, hükümdarın huzurunda sert yaylar çekmiş, birçok aynalar (metal levha) vurmuş ve büyük hünerler göstermiş. Hükümdar: "Bizde buna galip olan kimse yok mudur?" deyince etrafındakiler, "Padişahım bir nice gün aman verin tedarik olunur" demişler. Atıcıların ileri gelenleri bir yere toplanıp görüşmüşler ve şu tedariki görmüşler: Birkaç kantar ağırlığındaki bir top taşına demirden bir halka yapıp Bâb-ı Hümayun'dan içerideki meydana koymuşlar ve: "Her kim bu taşı kaldırırsa çok büyük ihsan vardır!" di-ye etraf-ı âleme haber yaymışlar. Bileğine güvenen herkes o demir halkaya yapışmış ancak yerden iki parmak kadar kaldırabilmiş. Ziyade kaldırabilen ise ancak bir karışı bulabilmiş. Tozkoparan İskender ise o devirde Acemi Oğlanlarından Bakraç Oğlanı imiş. Günün birinde oradan geçerken birçok adamın toplanarak taşın yanında durduklarını ve kaldırmağa çalıştıklarını görmüş. Hemen bakraçlarını yere koyup, taşın halkasına yapışmış ve üç defa göğsü üzerine kadar çıkarıp yere vurmuş. Hâdise padişaha müjdelenince, padişah Tozkoparan'a 1000 altın ihsan ederek: "Göreyim seni" diyerek sırtını sıvazlamış. Ve derhal Ok Meydanı tekkesine götürülen Toz Koparan'ı yetiştirmek için üstadlar tayin edilmiş. Böylece Tozkoparan İskender, Ok Meydanı'nda üstadlarla birlikte altı ay çalışıp muhkem idman yapmış. Bununla beraber geceleri sol kolu ve kalbi üzerine yatmasın diye Tozkoparan'ın başında iki adam sabaha kadar beklemiş. İşte böyle sıkı bir hazırlanmadan ve çalışmadan sonra Tozkoparan'ı ve diğer pehlivan Bahtiyar'ı padişahın huzuruna çıkarmışlar. Müsabaka başlayınca Tozkoparan, İran'dan gelen pehlivanın çektiği yayların üstüne kuvvetli bir yay daha koyduktan sonra bunları da kolayca çekmiş ve Bahtiyar'ın darp vurduğu yani deldiği aynaların üzerine bir ayna daha koydurarak onu da kolayca bir hamlede delmiş. Böylece Sultan'ı ziyadesiyle memnun eden Tozkoporan, ihsanını ve duasını almış. Ayrıca hükümdar, Bahtiyar'a da büyük ihsanlar edip: "Var imdi gördüğünü iyi söyle" diyerek memleketine yollamış.
Hakikî Kahramanlar
Büyük bir mütefekkirimizin: "Bir millet dünüyle içli dışlı olduğu sürece, yarınlarını teminat altına almış ve varlığını en sağlam temeller üzerine oturtmuş sayılır. Ruh kökünden uzaklaşıp özüne yabancılaştığı sürece de her esen rüzgarla yer değiştiren çer çöp gibi savrulup gider ve katiyyen istikbâl va'dedici olamaz" dediği gibi; öze ait tarihî değer, teşkilat ve sistemlerimizin bir nostalji çerçevesi içinde kalmayarak, geliştirilip insanımızın istifadesine sunulması gerektiğine inanıyoruz. Nihat Sami Banarlı'ya bir Amerikalı profesörün: "Siz tarihte defalarca başarı kazanmış bir milletsiniz. Bize veya başkalarına imrenmek neyinize? Biz, yeni bir millet olduğumuz için, tarihte muvaffak olmuş milletlerin sırlarını araştırır, bulduğumuz ve uygun gördüğümüzü asrımıza tatbik ederiz. Sizden de aldığımız kıymetler vardır. Evet, ilerlemek istiyorsanız, muvaffak olduğunuz asır-larda hangi meziyetlerinizle, hangi usul ve teşkilatlarınızla kazandınız? Bunları araştırınız. Bulduklarınızı modernize ediniz. Kendi millî ve denenmiş temelleriniz üzerinde yükseliniz" dediği gibi, sporun faydaya müteallik branşlarından olan ata sporlarımızın geliştirilip, onlara ahlakî değerlerin yerleştirilmesi, sporcuların da bu çerçevede madde ve mânâ buudlarının paralel ele alınarak örnek şahsiyetler, hakiki kahramanlar haline getirilmesi önem arzetmektedir. Hele hele, gençlerimizin hayranlık duydukları ve her türlü aşırılıklarıyla medyalarda boy gösteren sporcuların, kahrama(!) kabul edildiği günümüzde, bazusu kadar imanıyla da öne çıkıp, antreman aralarında seccadesini sererek kulluk şuuruyla Kudret-i Hakiki'nin önünde secde eden gerçek sporculara ihtiyacımız var.
KAYNAKLAR :
1-Amıcıs, Edmonda de; İstanbul, (çev. Prof. Dr. Beynun Akyavaş), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara/1986 2-Avcı, Cavut; "Okmeydanı", Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, sayı 51/330, Ocak-Şubat 1976 3-Aydın, Hilmi; "Yay ve Oklarımız", Tarih ve Medeniyet dergisi, Haziran 1997, sayı 39 4-Ayverdi, Samiha; Bağ Bozumu, Hülbe Yay., İst./1987 5-Banarlı, Nihat Sami; Tarih ve Tasavvuf Sohbetleri, Kubbealtı Neş-riyat, İst./1984 6-Beyatlı, Yahya Kemal; Eski Şiirin Rüzgarıyla, İstanbul Fetih Cemi-yeti Yay., İst./1985 7-Busbecq, Ogier Ghiselin de; Türkiye'yi Böyle Gördüm, (haz. Aysel Kurutoğlu), Tercüman Binbir Temel Eser, tarihsiz ve Busbecq, Ogier Ghiselin de; Türk Mektupları, (çev: Hüseyin Cahid Yalçın), İst./1939 8-Edip, Eşref; Asr-ı Saadet, cilt. 1, Şamil Yay., İst./1985 9-İslam Tarihi, cilt 6, Çağ Yayınları, İst./1992 10-İşbil, Tülay; "Ok ve Okçuluk", Tarih ve Edebiyat Mecmuası Mart/1981, sayı: 3 11-Kahraman, Atıf; Osmanlı Devleti'nde Spor, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara/1995 12-Karamanoğlu, Derviş; "Ok Kandilleri", Tarih Hazinesi mecmuası, Aralık/1950, sayı: 3 13-Kömürcüyan, Eremya Çelebi; İstanbul Tarihi, Eren Yay., İstanbul/1988 14-Kunter, Halim Baki; "Millî Spor Tarihimizde Okçuluk", Tarih ve Edebiyat mecmuası, Aralık/1978, sayı: 12 15-K. W. A. Van der Weyde; "Geçmişte ve Günümüzde Okçuluk", Organorama dergisi, Ekim/1976, sayı: 1 16-Mazaheri, Ali; Orta Çağ'da Müslümanların Yaşayışları, Varlık Yay., İst./1972 17-Mutlu, İsmail; Sahabiler Ans, cilt I, Yeni Asya Yay., İst./1989 18-Öztuna, Yılmaz; Büyük Türkiye Tarihi, cilt 11, Ötüken yay., İst./1990 19-Pakalın, Mehmet Zeki; Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Söz-lüğü, cilt 2, M.E.B. Yay., İst./1993 20-Şahin, M. Abdülfettah; Çağ ve Nesil, T.Ö.V. Yay., İzmir/1985 21-Sertoğlu, Mithat; Osmanlı Tarih Lugatı, Enderun Kitabevi, İst./1986 22-Turan, Prof. Dr. Osman; Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, Boğaziçi Yay., İst./1997 23-Yücel, Erdem; "Şeyh Hamidullah'ın Menzil Taşı", Hayat Tarih mecmuası, Eylül/1974, sayı: 9 24-Yeni Türk Ansiklopedisi (Ok maddesi) Cilt VII, Ötüken Yay., İst./1985
Çarşamba, Haziran 20, 2007
Ankara'da Çok Amaçlı Okçuluk Merkezi Açıldı
ARŞİV ( Aradıklarınızı Bulun )
-
►
2015
(1)
- ► Mayıs 2015 (1)
-
►
2013
(4)
- ► Ağustos 2013 (1)
- ► Haziran 2013 (2)
-
►
2012
(16)
- ► Kasım 2012 (2)
- ► Eylül 2012 (1)
- ► Ağustos 2012 (1)
- ► Temmuz 2012 (1)
- ► Mayıs 2012 (2)
- ► Nisan 2012 (1)
- ► Şubat 2012 (4)
-
►
2011
(10)
- ► Aralık 2011 (1)
- ► Kasım 2011 (1)
- ► Temmuz 2011 (1)
- ► Haziran 2011 (1)
- ► Şubat 2011 (1)
-
►
2010
(13)
- ► Aralık 2010 (3)
- ► Eylül 2010 (1)
- ► Ağustos 2010 (1)
- ► Temmuz 2010 (2)
- ► Haziran 2010 (2)
- ► Nisan 2010 (2)
-
►
2009
(10)
- ► Eylül 2009 (1)
- ► Ağustos 2009 (2)
- ► Haziran 2009 (3)
- ► Mayıs 2009 (2)
-
►
2008
(26)
- ► Ağustos 2008 (2)
- ► Haziran 2008 (1)
- ► Mayıs 2008 (4)
- ► Nisan 2008 (3)
- ► Şubat 2008 (3)
-
▼
2007
(21)
- ► Aralık 2007 (4)
- ► Kasım 2007 (4)
- ► Eylül 2007 (1)
- ► Ağustos 2007 (1)
- ► Temmuz 2007 (1)
- ▼ Haziran 2007 (3)
- ► Nisan 2007 (1)
-
►
2006
(4)
- ► Aralık 2006 (1)
- ► Kasım 2006 (2)
Okçuluk ve Fatih
Özbay Güven, Osmanlı Devleti'nin sporcuyu anında ödüllendirdiğini de belirtiyor. "Osmanlı sporcuyu hem korur, hem de anında mükafatlandırırdı. Osmanlı'nın sporcuya değer vermesini size bir örnekle anlatayım. Solak Sinan Subaşı, Fatih Devri'nin en büyük kemankeşlerinden birisiydi. Okmeydanı'nda da 1200 gezin üzerinde iki rekoru vardı. Sinan Subaşı, Silifke Kalesi'nin komutanıyken Karamanoğulları kaleyi ele geçirince Fatih öldürülmesi için ferman verdi. Fakat o sıralarda Sinan Subaşı rekorlar kırdığı için padişah kendisini affederek 'Kanını menziline öndül (ödül) koydum' dedi".
Fatih'in Oku :
Ayasofya'ya girdikten sonra Fatih , bir ok çekip '' alametim olsun '' diyerek Ayasofya kubbesinin ta ortasına attı.Bu okun yeri halen görülmektedir.
( Evliya Çelebi Seyehatnamesi 1.Cilt Syf:76,Çeviren : Mehmet ZILLİOĞLU )
Okçuluk Bir Ata Sporudur
Hakkımda
- Rıdvan Uzuntaş ;
- KOCAELİ, İzmit, Türkiye
- 1968 doğumluyum.Beş yaşından beri ok atıyorum, 1981 yılında 13 yaşımda lisanslı olarak resmi anlamda okçuluk sporuna başladım.1987 yılından itibaren okçuluk antrenörlüğü yapıyorum.Milli Takım Antrenörlüğü yaptım; on tane antrenör, iki bölge antrenörü ve bir milli takım antrenörü ayrıca bir çok milli sporcu yetiştirdim.Sporcularım rekorlar kırıp, sayısız şampiyonluklar kazandı.İktisat fakültesi mezunuyum.1990 yılından itibaren kadrolu okçuluk antrenörü olarak görev yapmaktayım.1991 yılından bu yana da Türk-Osmanlı Okçuluk Tarihi ve olimpik bir spor dalı olan günümüzdeki Okçuluk Sporu hakkında araştırma yapmaktayım. Okçuluk Türklerin ilk ata sporudur ve ben de okçuluk sporunu çok seviyorum,okçuluğun yayılıp gelişmesi için çalışıyorum, bu nedenle Türk okçuluğunu hakkettiği yere getirmek için elimden gelen her şeyi yapmak istiyorum. -He was born in 1968 -Turkey.He has begun archery in 1981. Since 1987 he has been archery trainer. He has worked as Turkish National Team Trainer; educated many archers and already continue to this nice and hard job; studied Economy. He was born to be an archer ; try his best to develop archery in Turkey and World.