Çarşamba, Haziran 27, 2007
Osmanlı Okçuluğunda Disiplin,Hiyerarşi ve Spor Ahlakı Prensibi
Ok ve yaycı esnafı Kemankeş Mustafa'nın yakındığı ve açıklandığı gibi rüşvetle taş diktirmeğe kadar varan usulsüzlükler yapmaktan çekinmediler. Atıcılar bu durumun düzeltilmesi için devlet büyüklerine müracaat ederek, bir çare bulunmasını istediler. Bunun üzerine,Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, senelerden beri süre gelen atıcı-yaycı ve okçu anlaşmazlığına bir son vermek ve atıcıları, yaycılarla okçuların elinden kurtarmaya karar verdi. Bunun için bir kanun yapılmasını İstanbul Efendisi (Kadısı) ile Yeniçeri Ağası Tekirdağlı Bekri Mustafa Paşa'dan istedi. O yılın (1682) Ağustos ayında, bizzat atıcılık yapmış 40 kişilik bir kurul (şûra) toplanarak, "Atıcılar kanunu""kanunname-i rımat"ı hazırladı. 1682 yılında Atıcılar kanunu yapıldıktan sonra da çoğu töre ve kurallar değişmedi. Çünkü, Atıcılar Kanunu özellikle yaycı ve okçu esnafını meydandan uzaklaştırmak amacıyla yapıldığı için, meydanın ve tekkenin içindeki davranışları kapsıyordu. Osmanlı Devleti'nin bütün ok meydanlarında, bu yasa uygulanıyor, yasaya aykırı hareket edenlerin menzilleri kabul edilmiyordu. Bu yasadan sonra atıcılığa yararlı olacak bir kural (âdet-i müstahsen) olur ve Sicil Defteri'nde ismi yazılı bütün atıcı pehlivanlar ile Meydan ihtiyarları tarafından uygun görülürse onların da bu kitaba eklenmesi kararlaştırılır.
Atıcı pehlivan atış yapacağı yere vardığı zaman, kendisinden eski pehlivan da bulunuyorsa ondan evvel atmayıp eskililiğe/tecrübeliliğe/kıdemliliğe saygı gösterilirdi. Bir atıcı ok atarken arkasından diğer bir pehlivan (başka Ayak yeri'nden) ok atmazdı.
Atıcılar, menzil sahibi olan (taş dikmiş) veya Müstehak-ı menzil bulunan (900 geze ok atmış ama Menzil taşı dikememiş) atıcıların bilgilisi ve yaşlısı içinden seçilmiş şeyhü'l Meydan ve diğer ihtiyarlara her zaman saygılı olmak ve onların yapacağı tören (Ayin) ve adetlere uyarlardı.
Ok Meydanı'nda "meydan âdâbı"na (usûl, töre ve davranışlar) herkesin titizlikle uyması gerekirdi. Fütüvvete mugayyir bir hâl bulunana "Yolsuz" denir. Yolsuz'un şer', kanun ve fütüvvet yolu ile edeplenmesi gerekir. Fütüvvet ten düşüren amellere yer verilmezdi. Yolsuzluk ve saygısızlık yapan kimseler, "Bizimle oturma!" denilerek azarlanır ve pişman olup özür dileyinceye kadar meydana alınmazlardı. Okçuluk geleneğindeki bu durum fütüvette de vardı.
Ok Meydanı'nda sözü dinlenmesi, saygıda kusur edilmemesi gereken kişiler bütün meydan ihtiyarları ve üstatlar "vâcibü'r riâye-i meydan" unvanıyla anılırdı. Rikâb-ı Hümâyun Atıcıbaşısı ile okçubaşısı da böyle kimselerdi.
Menzil atılacağı zaman, meydan ihtiyarlarından izin alındıktan sonra menzil atılır ve bir menzilin Ayak-yeri'nde durup idman (meşk) için ok atılmazdı(13, s. 436).
Ok meydanlarının kurulmasıyla okçuluk düzenli bir örgüte ve kesin kaidelere bağlanmıştır. Ok meydanları bir vakfa bağlı oluşu, seçimle iş başına gelen yönetici kadroları, iç tüzüğü ve sicile kayıtlı çok sayıda üyesi ile modern birer spor kurumudur. Bu bakımdan, dünya spor tarihinde ilk spor kuruluşları olarak karşımıza çıkarlar. İlk bakışta sadece bir eğlence ve merak gibi görünen ok atışlarında, aslında belli töre ve prensiplere sıkıca bağlılıktan doğan ciddî ve disiplinli bir hava hâkimdir. Bunda İslâmî inançların da büyük rolü olmuştur. Meydanın mescit kadar kutsal sayılması, meydana abdestsiz veya içkili olarak girilmemesi, örgüt reisinin şeyh diye anılması, ok ve yay ‘a kutsal birer eşya diye bakılması ve atışların duâ ile başlatılıp sürdürülmesi bunu göstermektedir.
Kemankeşlerin/atıcıların yalnız iyi birer atıcı olması yetmezdi. Aralarında her türlü rekabetin üstünde, saygı ve sevgiye dayanan bir dostluk ve kardeşlik havasının esmesine de dikkat edilirdi. İhtiyarlara, kıdemli atıcılara ve üstâda saygı göstermek sözlerinden çıkmamak şarttı. Atışta hileye sapanlara, yolsuzluk ve serkeşlik edenlere fazla müsamaha gösterilmez, “Bizimle oturma!” denilerek örgütten, çıkartılırdı. Risâlelerde, ünlü okçuların biyografileri verilirken, yalnız atıcılık gücü değil, nasıl bir kişi olduğu da belirtilir. Çoğu için Sâlih , ehl-i imân, ruhu pâk ve tarafeyni ma’mûr gibi sıfatlar kullanılmıştır.
Meydan odasında yapılan sohbet toplantılarının gençlerin görgü ve bilgisini arttırmak, onları saygılı, disiplinli, yardım sever kişiler kılmak gibi eğitimsel bir fonksiyonu vardı. İhtiyar ve tecrübeli kemankeşler okçuluk anılarını anlatırlar; bunlardan ibret verici sonuçlar ve öğütler çıkartılır, gelenek ve törelerin devamı sağlanırdı .
Yemek ve sohbet toplantılarında kıdem sırasına titizlikle uyulduğu hâlde, meydanda ve atışlarda meslek ve rütbenin önemsenmediği bir eşitlik ortamı bulunuyordu. Atışlara her meslekten insanın sosyal durumu ne olursa olsun katılabilmesi, zengin ve nüfuzlu kişilere ayrıcalık tanınmaması bunu göstermektedir. Sadrazam Kara Mustafa Paşa’nın Ok Meydanı’na her gelişinde: “Vezirliğim orada kaldı, şimdi aranızdan herhangi bir kişiyim, bana öyle muamele edin” demesi, meydanın töresini bilen bir kemankeş olmasındandı. Okçuluk risâlelerinde “Burası er meydanıdır. Burada şah ü gedâ birdir” sözü ile bu eşitlik inancı sık sık dile getirilerek anılır .
Padişah, zengin, fakir, büyük ve küçük ayırımı yapılmadan herkes burada belirtilen kurallara uymaya, ihtiyarların yönetimine, atıcıların örf ve adetlerine ve Kanuna (Deb-i dirin-i tirendazana) uymaya mecburdur. 18.-19.Yüzyıllarda, Ok Meydanı’na daha çok saraya mensup kişilerin rağbet etmesi bu eşitlik töresini zedelemiştir. Toplumsal sınıfların birbirinden kesinlikle ayrıldığı bir devlet yönetiminde, bu ayrıca dikkat çekicidir.
Ok Meydanının Yönetimi ve Sorumlulukları :
Ok Meydanı’nın yönetiminden birinci derecede sorumlu olan en yetkili kişi Meydan Şeyhi’dir. Ok Meydanı’nı yönetir ve o meydanın reisidir (Reis-i Tîrendâzan). Burası aslında kemankeşlerin sohbet ettikleri, yemek yedikleri bir spor kulübüydü. Bu makam için değişik unvânlar da kullanılırdı. Bunlar kısaca şöyledir: Şeyhü’l-Meydan , Şeyhü’r-Ramiyân , Şeyhü’l Rumât ,Şeyhü’l-Kemankeşân, Şeyh ve Reisü’l-Tîrendâzân, Okçular Şeyhi, Atıcılar Şeyhi gibi. Meydan şeyhini kemankeşler kendi aralarında seçerlerdi. Ancak, okçu ve yaycıların bu makamı zorla ele geçirmeleri üzerine, izn-i hümâyunla tâyinler de yapılmıştır Bu sebeple Kâtib Abdullah Efendi Okçular Sicili’nde kendisi için Reis-i Tîrendâzan-ı Rikâb-ı Hümâyûn unvânını kullanır. Bunun nedeni; meydan şeyh’i hatt-ı hümâyûnla atanmaya başlanınca, padişahın hizmetinde olunduğunu belirtmek üzere bu unvan kullanılmasıdır.
Meydan toplantılarında kıdem ve protokol sırası gözetilerek oturtulurdu. Buna “yollu yolunca oturmak” denirdi. Meydan töresince, şeyhten sonra pirler/ihtiyarlar ve menzil sahibi kemankeşler gelirdi. Sohbet ve yemek sırasında bunlar şeyhin sağ yanında otururlardı. Bu bakımdan meydan şeyhlerinin menzil sahibi yaşlı kemankeşler arasından seçilmesi âdetti. Seçimde o kişinin şahsiyeti de dikkate alınıyordu. 19.yüzyıl başlarında menzil sahipleri azaldığından, bu şart aranmaz olmuş, saygı değer ve sözü geçer bir kişi olması yeterli görülmüştür .
Tekke ve meydan, şeyhin başkanlığında bir heyet tarafından yönetilirdi. Şeyhin sağında eskilik sırasına göre; sağdan birinci Şeyhü’l-Menâzil fi’l-Meydân (Menziller Şeyhi, sağdan ikinci, Şeyh-i Mütevelli’i Akça’yı Vakf’ı Nukud denilen vakfın mütevellisi, onun altında Vâcibü’r- Riâye-i Meydan /Menzil Sahibleri denilen ihtiyarlar otururdu. Şeyh bunlardan seçilirdi. Kabza alan kemankeşler(tâlib-i menziller) kıdem sırası (dümende oturmak) ile solda otururlar, menzil alınca, sağda dümene geçerlerdi.
Ok Meydanı’nın Diğer Görevlileri :
Meydan Amiri/Meydan Kadısı/Nâib: Hukukî anlaşmazlıklar konusunda söz sahibi ve Galata Kadısı’nın vekilidir.
Şeyü’l-Menâzil fi’l-Meydan/Menzil Şeyhi: Meydan şeyhinden ayrı bir unvân olup, sadece menzil atışlarıyla ilgilenmektedir.
Meydan Nakîbi/Vekilharç : Meydan Şeyhinin yardımcısı.
Yazıcı-yı Meydan: Ok Meydanı yazıcısı, kâtibi.
Tekke-nişîn: Devamlı Tekke’de kalır; bina ve eşyaların muhafazasından sorumludur. Şeyhin ve mütevellinin yardımcısıdır.
Meydan İmamı ve Hatîbi: Toplu ibadetleri ve atışlar sırasındaki duâları yönetir. Meydan duacıları onun emrindedirler.
Duâcı-yı Meydan: Meydan Duâcısı.
Korucubaşı: Meydanın güvenliğinden birinci derecede sorumlu kıdemli korucu.
Korucular: Yeniçeri Ağası’na bağlı olup, Onun tarafından atanır. Meydanın güvenlik işlerinden sorumludurlar. Yaz kış hergün meydanda bulunur, meydan vakfından para alırlardı.
Rikâb-ı Hümâyûn Atıcıbaşısı/Okçubaşısı: Padişahın hizmetinde olan okçuların başı.
Sicilli Kemankeş/Icâzetli Kemankeş: Gereken şartları yerine getirip, üstadından kabza ve icâzet almış, Okçular Sicili’ne kayıt olunmuş kemankeş.
Havacıbaşı: Meydan havacılarının en kıdemlisi.
Havacıyı Meydan: Meydan Havacısı, Havacı. Havacılar: Şahitlerle birlikte, atış sırasında “hava yeri”nde durarak okun düştüğü yeri ve rekorları, ayak yerinde duranlara bildiren/ haber veren güvenilir kişiler.
Ahçı: Meydan kadrosundandır.
Hizmetkâr: Meydan kadrosundandır.
Meydan Ehli: Meydan toplantılarında ve atışlarda bulunmağa hak kazanmış kişilerdir: Bunlar:Meydan Görevlileri, İhtiyârlar, Kemankeşler, Yaycı ve Okçu Ustaları, Meydan Müdâvimleridir.
Ihtiyârân-ı Meydan/Meydan Uluları/Meydan Ihtiyârları: Okçulukla ilgisini sürdüren yaşlı ve saygıdeğer kemankeşlerdir. Meydan âdabını korumak konusunda söz sahibiydiler.
Meydan piri: Ok Meydanı’nın en yaşlı kişisi. Meydanın pir-i pîşkademi.
RİTÜELLER
Er meydanı, Ok meydanı, Cirit meydanı ve diğer spor meydanları; yiğitliğin, cesaretin, dürüstlüğün, yardımseverliğin, mertliğin ve cömertliğin gösterildiği meydanlardır. Bu açıdan örnek davranışlara sahip sporcular, kin ve nefret duygularından , kötü huylardan uzak ve spor ahlâkının yarışı içerisindedirler.
.
Okçuluktaki /Ritüeller: Yen giymek, Küçük Kabza ve Büyük Kabza Almak
Ok Meydanı’nda bütün törenler gibi, Kabza alma töreni de belli usûllere göre yapılırdı. Kıdeme, merâtib silsilesine göre herkesin yerini almasına çok dikkat edilir, her şeyin yolunca olmasına çalışılırdı.
Okçuların kendi branşlarında yükseldiklerini başkalarına göstermek için, kabza sınavları yapılmaktaydı. Ahîlikte de bir kademden diğerine geçişte küçük bir numunesi mahiyetinde bir merasim yapılmaktadır. Bu merasimde hizmete ait Emanet’in teslimi yapılır. Okçulukta da bir üstatdan Küçük ve Büyük kabza alarak menzil atmamış atıcıya, hiçbir meydanda menzil attırılmazdı. Atıcılıkta kabza almak/icazet almak sadece bir başlangıçtır. Okçunun hayatında bir dönüm noktasıdır. Okçuluğa heves eden, bir süre sıkı çalışan sağlıklı her kişi bunu başarabilirdi. Asıl bundan sonrası, okçulukta rekor kırıp menzil alabilecek seviyeye ulaşmak önemliydi. Yine de, menzil sahibi olmak, kemankeşlikte başarının tek ölçüsü sayılamazdı. Binci, hatta Binyüz cü kemankeşliğe kadar yükseldiği hâlde menzil olamamış pek çok usta okçu vardı.
Küçük Kabza Alma Töreni :
Atıcı olmak isteyen kişi bulunduğu şehirde Atıcılar Tekkesi var ise, tekkeye giderek dileğini meydan ihtiyarlarına bildirip, kendisine bir üstat verilmesini ister. Meydan ihtiyarları o kişinin kötü bir şöhreti olup olmadığını araştırıp, ahlâken atıcılığa lâyık görürlerse, menzil alıp sicile yazılmış usta atıcılardan birini ona üstat olarak verir. Eğer o şehirde yalnız ok meydanı varsa, meydana bakmakla görevlendirilmiş ihtiyarlara bu dileğini bildirir veya üstat bir kemankeşle kendisi anlaşarak ona şakirt olur.
Bu şekilde bir üstat kemankeşe şakirt olan kişiye, üstadı şu şekilde kabza verir: Şakirt (çırak) üstadının önünde diz çökerek durur. Üstadı sol eliyle bir yayı kabzası altından tutarak şu konuşmayı yapar: “-Bismillâh ve âli berekâtü Resûlu’llâh. Kabza Cebrâil Aleyhi’s-selâm hu süphane ve Taliâlinin emr-i şerifleriyle cennetten çıkıp ibtida oku Peygamber Aleyhi’s-selâm’a getirdi. Sonra Hazret-i Sultan Enbiya-ı Sallâ’llahu ve sellem’in izn-i , şerifiyle Sa’d bin Ebû Vakkas raziyallâhü anh pir’imiz olub kabzayı eshâb-ı güzine verildi. Ondan biribirlerine emanet edilerek üstadım bana verdi. Ben de emaneti sana teslim eyledim. Fi sebilillâh niyet edüp ok at gaza ile ve talib olan kabza aşıkına bu minval üzere hayır ve dua ile teslim eyle” diyerek kabzayı sol eliyle şakirdinin sol eline teslim eder ve sağ elindeki bir oku veya gezi şakirdin sağ eline verip usulünce çektirerek kabza almış olunur. O günden sonra bu şakirde Kabza Talibi denilir. Padişah’ın kabza alması da usûlu dairesinde olmaktadır.
Bu suretle Küçük Kabza alan şakird üstadından atıcılığın tekniğini, nasıl idman yapılacağını ve bir atıcıda bulunması gereken ahlâki özellikleri öğrenmeye başlar. Büyük Kabza alıncaya kadar onunla çalışır. Tâlibin eline hemen sert menzil yayı verilmez, yumuşak yaylar ile başlanıp zamanla yayın kuvveti arttırılır. Daha sonra, okçunun ömrü boyunca bıkmadan sürdüreceği idman devresi başlar. Vücudunu atışta hazır tutabilmek için, her gün bir miktar idman yapması gereklidir. Hiç olmazsa her sabah, teberrüken 66 defa kepâde yayı çekmelidir. Henüz kepâde idmanı devresinde bulunan acemi okçuya da Kepâdekeş denirdi. Bu konuda okçular arasında bir atasözü çok tekrarlanırdı: “Sen oku bir gün bırakırsan, o seni on gün bırakır.” Bu süre içinde Küşekçe yayı ile Hava-gezi’ni torbaya atarak idman yapar. Ustası bu idmanları yeterli görünce, ok meydanına giderek Puta ve Menzil atışlarına da çalışır.
Büyük Kabza Alma Töreni :
Kendisine Küçük Kabza veren üstadıyla ok atmayı meşk eden atıcı, Heki okuyla 800 geze, Yeksüvar okuyla 850 geze ve Pişrev okuyla da 900 (594m) geze atabilecek duruma gelince, üstadının da iznini alarak meydan ihtiyarlarına gidip: “-Ihtiyarlar, duanız ve izniniz ile Müsahık isem 900 gez menzile talibim..” der. Ihtiyarlar atıcının hangi menzilde duracağını, yayının ağırlığının o menzilde atmaya uygun olup olmadığını, okçusunun ve yaycısının kimler olduğunu öğrendikten sonra, başka bir engel de bulunmuyorsa atışa müsaade ederler(103).
Menzil atmaya izin alan atıcının Ayak Yeri’nde iki, Hava Yeri’nde de üç olmak üzere, beş tanık bulundurması gerektiği için, bunları da hazırladıktan sonra, elverişli bir havada üstadını, yaycısını, okçusunu, tanıklarını, bütün tekke personelini ve o gün meydanda bulunan kemankeşler ile varsa konukları beraberine alarak şeyhin huzurunda toplanmak üzere meydana Meydan Sofası’na gelir. (104).
Şeyhin durduğu yere yakın yapılmış olan ehram’a talib oturtulur. Tekkenin vekilharcı, tören başlayınca talibi oturduğu ehramdan kaldırıp şeyhin önüne getirir. Şeyh talibe:
“Ayağa durdum ve mahallinden aşırı ok attım, menzil bozdum diye dava edersin. Ayak şahitlerin var mı?” diye sorar. Atıcı/Talip temenna ederek,
“Var”. diye karşılık verince, vekilharç, iki “Ayak taşı” şahidini şeyhin önüne getirir. Onlar da tanıklık yapınca, şeyh bu sefer tanıklık yapacak kemankeşlere:
“Bu talibi kabza, ayağını ayak yerine düz bastı mı?” der. Tanıklar da:
“Bastı”, karşılığını verince,
“Destar bozulduğunu gördünüz mü?”
“Gördük.”
“Böyle tanık mısınız?”
“Tanığız” diye karşılık verirler. Vekilharç daha sonra iki havacıyı çağırıp şeyhin önüne götürür. Şeyh onlara da:
“Mahallinden aşırı okunu kondurduk ve destar bozduk.”
“Böyle tanık mısınız?”
“Tanığız” diye karşılık verirler.
Şahitlerin bu şekilde tanıklık etmesiyle 900 gezden yukarı ok attığı belirlenince, kabza alacak atıcı şeyhin önünde yere diz çöker. Kabza kısmı yukarıya, çilesi yere gelecek şekilde önüne bir yay konulur. Talip, sağ elini yayın kabzasına koyup kaldırarak parmaklarının içe gelen kısmını öper.
Başka bir el öpme şekli de şöyledir: Diğer işlemler aynen yapıldıktan sonra, sol elinin parmak uçlarını kabzanın üzerine koyup, sağ elini de bu sol elinin üstüne (avuç içi avuç içine gelecek şekilde) koyarak iki eliyle yayı havaya kaldırır ve sol elinin üstünü öper. Sonra ayağa kalkıp şeyhin elini öpünce şeyh:
“Götürün üstadı kabza versin.”, der.
Vekilharç atıcıyı üstadının önüne götürür. Talip üstadının önünde diz çöküp elini öpünce üstadı, çırağının sol kulağını sağ eliyle tutarak öğüt verir ve şu duayı okur:
“Bismillahirrahmanirrahim Allahümme salli alâ seyyidinâ ve Nebiyyina Muhammedin ve âli nur-ı Muhammed Mustafa. Allahümme salli alâ seyyidina Muhammed ve âli Haticetü’l kubra ve Fatımatü’l Zehra ve Imam Hasanü’l razi ve imamü’l Hüseyin el mazlumü’l şehid düşen Kerbelâ ve Imam Zeynelabidin, Muhammed el Bakır ve Imam Cafer el Sadık ve Imam Musa el Kâzım ve Imam Muhammedü’l Şafi ve Imam Hasanül askeri ve Imam Muhammed el Mehdi sahibü’l zaman ve kutbü’l devranü’l kayim el rıdvan Allahu Teâlâ aleyhim ecmain ve cümle bu tarıkda gelmiş ve geçmiş ehl-i kabza perverleri ihtiyarları ruhu içün ve mevcud olanların ervahı içün ve cümle şehidlerin ve gazilerin ruhu içün ve rical-i gayib içün ve düşmanların kahrı içün fatiha Ruy-i pak Resûlüllah’a salavat.
Bu duayı huşu içinde dinleyen talip, dua bittikten sonra ayağa kalkarak tekrar üstadının elini öper. Daha sonra orada bulunan bütün kemankeşlerin de elini öptükten sonra şeyh ile bitişik odaya girerler. Burada şeyh ona Kemankeş sırrını söyler ve Büyük Kabza Alma töreni de bu şekilde tamamlanmış olur.Okçuluk risâlelerinde, olur olmaz kişinin eline düşer diye, kemankeşlik sırrı açıklanmaz. Bu sır şöyledir: “Yayın kabzasına abdestsiz yapışmaya, onu nâehle, serkeşe teslîm ve tâlim etmeye ve eti yenmez kuşa ve sâir hayvana bilâ özür atmaya, gözü görmediği mahalle atmaya, atışa Besmele ve Salât ü Selâm ile başlana.” Fütüvvet, içine kapalı ve yarı gizli bir teşkilâttı. Taliplere aktarılan bazı öğütlerin, teşkilât dışı kişilerce duyulması ve bilinmesi istenmezdi. Kabza alma töreninde, üstâdın tâlibin kulağına fısıldadığı kemankeşlik sırrı da bu çeşit öğütlerdendir.
Meydan şeyhinden bu şekilde izin alan atıcının, en kısa zamanda taşını dikmesi kendisi için hayırlı olur. Çünkü hemen dikmezse hastalık, ölüm, görevle başka yere gitme gibi nedenlerle belki sonradan dikmeye imkân bulamaz. Böylece hem emeği boşa gitmiş ve hem de o menzilin baş taş’ı dikilmemiş olurdu. Kemankeş Mustafa bu konuda atıcılara şu öğüdü veriyor. “Şimdi ey kabza aşığı, malum olaki yarım gez okun baş taştan ziyade düştüyse cehd edüp hemen taş dikesin. Nice kimselere rast gelindi ki, bir zaman buraya dek ok atub taş dikmeyi ihmal eylemiş idi. Daha ziyade atayım, o zaman dikeyim derken bir bahane ortaya çıkıp ya sefere veya hastalık gibi. Bu arada nice müddet geçti idmanı elden gitti. Tekrar ol idmanı elde edemedi. Halbuki o zaman taşını dikmiş olsaydı, şimdi akranı arasında adın anılır eserin yaşamış olur ve taşını görenler falan kimsenin nişanıdır diye ruhuna rahmet okuyup dua ve hayır ile adın anılmış olurdu.”.
O günden sonra kemankeş sırrını alan atıcının adı, tekkenin Okçular Sicili defterine yazılır. Atıcının “defterli” olması demek, kemankeş olması/Ah-ı kabza demektir. Koluna Kolçak takabilir padişahlar huzurunda atış yapmaya hak kazanmış olurdu. Padişahların da kabza alma törenleri bu şekilde olurdu. Yalnız Padişahlar el öpmeyeceği için, Büyük oda (Meydan Sofası) da özel surette bir yer hazırlanır, padişah buraya oturarak töreni seyreder. Yerine de vekil ettiği kimse kabza alırdı. Kemankeş sırrını da şeyh efendi padişahın yanına giderek söylerdi
16. yüzyılın sonlarına kadar, kabza törenlerinde, üstâd tâlibin sol koluna iğreti yen veya kolçak takardı. Kolçak : Kabza verirken üstadın talibin sol bileğine taktığı meşin bağdır. Bilek siperinin kullanılmadığı dönemde, sol bileği ok çarpmasından korumak için kolçak kullanılırdı. Kolçak takmak, kökleri ahîliğe ve fütüvvet inancına kadar giden eski bir töredir. Bu âdet fütüvvete göre Hz. Hüseyin’den kalmadır. Ok atarken koluna çarpardı. Bunu gören Ebû Vakkas, “Bir yen olsa iyi olur” dedi ve bunu yaptırdı. Hem ona, hem kendi koluna takdı. Buna iğreti yen de denir . Üstaddan büyük kabza almak demektir .
Pir tutmak, yen(kolçak) giymek ve şed kuşanmak gibi âdetler, eski fütüvvet inancının Ok Meydanı törenlerinde devam ettiğini göstermektedir. Gençlerden kurulan ve tarihi 12. Yüzyıldan daha önceye uzanan Fütüvvet yolu ve teşkilâtı, Ahîlik adı ile 14. ve 15.yüzyıllarda Anadolu’da da devam etmiştir. 14.yüzyılda Anadolu’yu gezen Ibn-i Batu’da, birçok illerde rastladığı bu teşkilâtı uzun boylu anlatır. Ayrıca, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda bu teşkilâtın rolü olduğu, Sultan I. Osman’ın ve Ankara’yı Ahîlerden teslim alan (1361) Sultan I. Murad’ın bu teşkilâta girdikleri bilinmektedir .
Bir ahlâk ve dayanışma yolu olan Fütüvvet’e girebilmek için, tâlibin şeyhü’l-fütüvve’den şed kuşanması ve kendi mesleği ile ilgili sembolik bir nesneyi alıp öpmesi gerekirdi. Bunun için düzenlenen törenin, kabza alma töreni ile yakın benzerlikler taşıdığı görülmektedir. Duâlar hemen hemen aynıdır. Vekilharç görevindeki nakîb, tâlibe burada da refakat etmekte, şeyh tâlibin mesleği ile ilgili nesneyi verirken ve nasihât ederken aynı sembolik davranışlarda bulunmaktadır.
Kabza talibi abdest alarak hangi menzilde alacak ise, o menzilin “Ayak taşı”na “Bismillâhirrahmanirrahim” diyerek basar. Havacılar hava yerine giderler. Ayak yeri’nde bulunacak tanıklardan birisi kabza talibinin sağında, diğeri solunda durur. Atıcı kurulmuş yayı yaycısından ve oku da okçusundan alıp tekrar “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek yayını çeker ve “Ya Hakk” sedasıyla okunu atar. Atılan ok yukarıda da belirtildiği gibi, pişrev ise 900 gezden, Yeksüvar ise 850 gezden ve haki ise 800 gezden aşağı düşmemesi gerekir.
Kurallara göre atmış ve gereken menzilden ileri oku düşmüş ise, havacılar sarıklarını havaya atarak işaret verirler. Buna “Destar bozdu” denilir. Atıcı Ayak taşı’na da doğru basmış ise, hep beraber okun düştüğü yere giderler.
Ok Atışlarındaki Ritüeller/Törenler :
Menzil atma durumuna gelen bir atıcı, hangi menzilde ok atmak ve taş dikmek istediğini, meydan ihtiyarlarına giderek: “Dileğimiz hikmetiniz ile ok atmaktır. Filân menzilde ok atmamama ne dersiniz? İzniniz var mı? diye sorar. İhtiyarlar durumu inceleyip istediği menzilde ok atmasına izin verir veya başka tavsiyelerde bulunur .
Kanunnâme-i Rımat’a göre, üç boyda menzil yarışması yapılıyordu. Bu üç boyun isimleri ve katılacak olanlarda aranılan şartlar şöyleydi.
Aşağı Koşu:Bu boya 900 geze kadar atabilenler ve ihtiyarlar katılır. En yaşlı atıcının çektiği bir yay ile bütün atıcılar beşer ezmayiş oku atarlar. Beşer ok atılmasının nedeni; İslamın şartının beş olması, beş büyük peygamberin (Hz. Nuh, Hz. Ibrahim, Hz. Musa, Hz. Isa, ve Hz. Muhammed) olması ve günde beş vakit namaz kılınması gibi İslam geleneğinde yer alan değerlerden kaynaklanmaktadır.
Doküzyüzcüler koşusu: Bu boya Orta koşu da denilir. 900 gez ve yukarısına atanların koşusudur. Yedi’şer heki oku atarlar. Yarışma eğer padişahın huzurunda yapılıyorsa pişrev oku atılır. Yedi ok atılmasının nedeni; yedi yıldızda, yedi gökten, yedi yerden, yedi azadan, Kâbe’nin yedi kez tavafından, Safâ ile Merve arasında yedi kez seyirtmeken ve İsmail’in şeytana yedi taş atmasından ve İslamda mistik hiyerarşi’nin yedi dereceli olmasındandır.
Binciler koşusu: Bu boya Baş koşusu da denilir. 1000 gez ve yukarı atanların koşusudur. Dokuz’ar pişrev oku atarlar.
Binyüzcüler koşusu: Bu boy, en büyük koşudur. 1100 gez ve yukarı atanların koşusudur. 11’er pişrev oku atarlar.
Atışlar genelde ikindi namazını kıldıktan sonra duâ ve senâ ile başlardı. Atışın yapılacağı ayak yeri’nde iki ve okun düşeceği hava yeri’nde de meydan ihtiyarlarından üç şahit (birisi baş taş’ın sağında, biri solunda ve üçüncüsü de ilerisinde durarak oku gözetlerler.), okçusu yaycısı ve o menzilde daha önce taş dikmiş bir atıcı yerini alırdı. Duâcı ortaya çıkar, gerekli duâları okur ve salâvat ederler, oradakiler de Amin derlerdi. Sonra menzil tâliplerinden en kıdemlisi kalkıp ayak yerine gelir. Atıcı oradaki cümle kemankeşlerden icâzet ve himmet talep ederek: “Safâ nazarınız bizimle olsun. İzniniz olursa gaza niyyetine ok atıp menzil almak dilerim” der. Etrafında bulunanlar kendisine: “Nola, koluna kuvvet pehlivan / kuvvet birle küşâd olsun.” diye cevab verince atışlar başlardı. Kemankeş/atıcı Bismillah diyerek şu duayı okur: “Billahi tevekkeltü alellahi velâ ahede sivâhü” ve “Niyyet-i gazâ! Ya Hakk! nidasıyla okunu atar. Her kemankeş, sırasıyla, kararlaştırılan sayıda ok atardı. Bu sayının üç, beş, yedi, dokuz veya on bir olması gerekirdi. Bu tür atışlarda 900’cüler beş, 1000’ciler yedi ve 1100’cüler de 11’er ok atarlardı.
Kurallara göre atmış ve gereken menzilden ileri oku düşmüş ise, havacılar sarıklarını-dülbentlerini havada sallayarak, atarak işaret verirler. Buna, Destar bozdu denilir. Destar bozulunca , baş taş geçilmiş sayılırdı. Atıcı Ayak taşına da doğru basmış ise, ayak yerinde bulunanlar hep beraber okun düştüğü yere gidilir. Ok salkı düşmemiş ise geçerli sayılarak, Alin-i erkân ile saplandığı yerden törenle meydan ihtiyarlarından birisi veya atıcının yakını tarafından, çıkarılır .
Okun Yerden Çıkarılma Töreni:
Atılan ok bir rekor kırmışsa, üstatlar kavlince şast ve kabzadan geçmiş ise; okun yanında toplananların hepsi birden yüksek sesle, Allah’ın azametini ululamak için:“Allâhu Ekber, Allâhu Ekber, Lâ ilâhe illâllah” diye tekbir getirirler. Fütüvvet geleneğinde çâr-pir (Adem, Nuh, Ibrahim, Hz. Muhammed Peygamberler)’e atfedilirken, çâr-tekbîr ise (Rıza, Fenâ, Safâ, Vefâ)’ya tekabül eder. Atıcının üstadı veya orada bulunan meydan ihtiyarlarından birisi, Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in, sahabelerine ve Sa’d bin Ebu Vakkas hazretlerinin ruhları ile, ok meydanlarından yetişip de ölmüş bütün atıcıların ruhları için dua ile salat (Fatiha-i şerif ve üç ihlâs-ı şerif okunur) ve selâm edilerek hediye edilir. Daha sonra üç defa tekbir alınarak “Allâhü ekber, lâ ilâhe illâllahü vallahü ekber, Allâhü ekber ve lillâhil hamd” diyerek, oku yapan usta, yoksa atıcı tarafından ok yerinden çıkarılır. Çıkarılan ok atıcısına verilir. Bulunanlar birbirleriyle kucaklaşır (musafaha) yaparlar. Düştüğü yer belli olsun diye oraya bir işaret/nişan konulur veya taş yığılır. Rekorun baş taşın kaç gez ileri düştüğü ölçülüp hep birlikte meydan şeyhinin yanına gidilerek durum anlatılır ve atıcı taşının dikilmesi için izin ister. Tekkede yapılacak izin verme töreni için bir gün beklenir. O gün, menzili bozarak sicile yazılmağa ve Kemankeş unvânını almaya hak kazanan atıcı, masrafı kendisi tarafından yapılarak tekkede öğlenleyin, kabza töreninin şükranesi için bir ziyafet verir/sofra çekilir. Fütüvvette de “şükrane sofrası”nı bir makamdan diğerine yükselen fütüvvet ehli çektiğinden, kabza almadaki ziyafet fütüvvetteki ziyafetle birbirlerini bütünlemektedirler. Ziyafete bütün atıcıları ve kendisine maddî ve manevî yardımda bulunan devlet büyüklerini davet eder. Meydanda yemek yenilirken Sahib-i menzil olanların eskisi, yenisinden önce olmak suretiyle Şeyhin sağ tarafına ve Talib-i menzil ile Müstehak-ı menzil olan atıcılarda, Şeyhin sol tarafına eskisi yenisinden önce olmak üzere (eskilik derecelerine göre/yollu yolunca) oturur. Atıcılar Kanunnamesi’nin 9’uncu bölümü Tekke’nin Taâmiyyesi Beyanındadır başlığıyla, tekkede Pazartesi ve Perşembe günleri atıcılara verilen yemekteki sofra düzeni anlatılırken bu hiyerarşiye yer verilmiştir. Yemekten sonra da Hamd edilir. Şeyh sofra duası yaptırır ve sonra Büyük Kabza Alma töreni yapılır.
Bir törende birden fazla tâlibe kabza verildiği de olurdu. Bunun nedeni, talibe fazla masraf yüklememek içindir. Kabza alan tâlibin ziyâfet çekmesi, hiç olmazsa bir koyun pişirtip dağıtması gerekirdi. Bu yüzden kabza töreni, yüksek rütbeli veya zengin bir kişinin verdiği ziyafete rastlatılırdı. Ayrıca, Sultanların, vezirlerin veya saray erkânının kabza alma, yahut taş diktirme ziyafetlerinde, birçok tâlibin kabza aldığı bilinmektedir. Bu sayı bâzen 50’yi bulmaktadır.
Menzil alan kemankeş, bir yandan taşçıya menzil taşını yaptırırken, diğer yandan ziyâfet hazırlıklarıyla uğraşırdı. Ziyafetle taş diktirmek âdetti. Menzil taşı diktirecek talip, Şeyhi, ihtiyârları, üstadı ve itibarlı kemankeşleri kendi dâvet eder, diğerlerini havacılara ve dümende ki iki tâlibe davet ettirirdi. Ziyafet, rekor sahibinin maddî imkânları ölçüsünde tutulurdu. Masraf, 17.yüzyıl başında yaklaşık 1000 akçeyi buluyordu. Bazen okçuluğa meraklı padişah, vezir veya paşalar da masrafı üzerine alırdı. O zaman ziyafete, kabza törenleri ve ok koşuları da eklenir, büyük bir şenlik havası verilirdi. Ziyâfette herkes “yerli yerince” oturur, sonunda meydan şeyhine, üstada, vekilharca, yaycı ve okçuya, havacılara ve şahitlik yapacak kişilere hediyeler dağıtılırdı. Sonra birlikte menzil yerine gidilir; kemankeşler çepeçevre, sağda menzil sahipleri solda talibler otururlar; Şeyhin sorgusuyla menzil taşı diktirme merâsimine geçilirdi.
Menzil Taşı Dikme Töreni:
Okun düştüğü yer daha önce işaret edilen yerde toplandıktan sonra, Şeyh: “Bu menzili sen mi attın ?” diye sorar. Kemankeş: “Allah’ın izniyle ben attım.” derdi. Bunun üzerine önceki menzilin sâhibi veya oradaki birkaç kemankeş usulen (eğer bir hatâ varsa gerçekten) itiraz ederlerdi. O zaman, çağrılan iki ayak ve iki hava şâhidi dinlenirdi. Ayak şahitleri: “Oku yolunca attı, sarık bozulduğun gördük.”, hava şahitleri ise: “oku buraya düştü, konduğunu gördük.” derlerdi. İtirazcılar bu defa şahitler için şahadet isterlerdi. Orada hazır bulunanlar, dört şahidin de sözlerinin doğruluğuna ve garazsız kişiler olduğuna şahitlik ederlerdi. Sonra dualar okunur, bir ihtiyâr kalkıp okun düştüğü çakıl yığılı yer çevresine bir daire çizer, burası kazılır, tekbîrlerle taş diktirilir ve bir Fatiha ile tören son bulurdu.
- Kaynak : http://www.ozturkler.com/tr/index.php?deger=view&cat=23&scat=25&id=706
Kemankeş Sırrı

KEMANKEŞ SIRRI "Okçuluk üzerine"
"At dorudur, diğerleri renktir. Ok akkavaktır, diğerleri çöptür Şehir sadece Rum'dur, diğerleri köydür Türk binicidir, diğerleri yükdür." ( Fahr-i Müdebbir, Hindistan, XIII y.y. )
Okun Tarihî Serüveni
Ok, insanlık tarihinin en eski silahlarından biridir ve tarih öncesi devirlerden itibaren Avustralydışında dünya coğ-rafyasının her bölgesinde örneklerine rastlanmıştır. Okçuluğun tarihçesini yazan Abdurrahman Taberî'ye göre oku ilk olarak Hazreti Adem(a.s.) kullanmıştır. Daha sonra biz bu klasik savaş silahını Eski Mısır, Babil ve Çin'de gö-rmekteyiz. Daha detaylı bilgiler ise, Oğuz Destanı'ndan itibaren bütün şifahî ve yazılı Türk kaynaklarında karşımıza çıkmaktadır. Eski Türk cemiyet yapısı da oka dayandırılmaktadır. Macar Türkolog Gyula emeth, "Oğuz" adının "oklar" mânâsına geldiğini ileri sürmektedir. Nitekim, bu en büyük Türk boyu, daha dâsitânî devirlerden itibaren "Boz ok" ve "Üç ok" olmak üzere iki büyük kola ayrılmaktadır. "Boy-kabile" mânâsına gelen buradaki ok, aynı zamanda bir sembolü ifade etmektedir. Ok motifi Dede Korkut'ta da kullanılır; bu destanda bir Türkün "Alp", yani kahraman sayılabilmesi için uçan kuşu okla düşürebilmesinin şart olduğu yazılıdır. Ayrıca ok, Türklerin eski lügatında "miras hissesi" mânâsına da gelmektedir. Türk insanı, hayatını, babasından tevarüs ettiği (miras kalan) okuyla kazandığı için ona "miras hissesi" demiştir. Oka dair enteresan bir tesbit de Gazneli Sultan Mevdud'a (ö. 1049) aittir. Cömertliği ve usta okçuluğu ile tanınan Sultan Mevdud'un, savaşlarda altın ok kullandığı, attığı okun birisine isabet edip, o kişinin ölmesi halinde nazesinin; okun altınından elde edilen para ile kaldırıldığı, savaşçı yalnızca yaralandığında ise tedavi giderlerinin, okun parasıyla karşılandığı rivayet olunmuştur. Selçuklularda da ok ve yay, hem adaleti, hem de hakimiyeti (hükümdarlığı) temsil eden bir sembol olarak kullanılmıştır. Ayrıca Tuğrul Bey'den itibaren bütün Selçuklu hükümdarları iç ve dış yazışmalarda bu işareti kullanmaları oka verilen önemi vurgulamaktadır. selçuk Bey'in babası Dukak'ın, "Temür-yalığ" (Demir Yaylı) ünvanı taşıması da eski Türklerde ok ve yayın değerini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Arapların da eskiden beri pek mâhirâne ok kullandıkları bilinmektedir. Sahralarda avcılıkla maişetini temin eden Arap insanının, istediğinde bir ceylanı gözünden vurabilecek kadar kabiliyetli olmasından dolayı mâhir okçulara "remmatül hadak" nâmı verilmiştir. Ayrıca Araplar kurun-ı vustada (orta zamanda) okçuluk sanatında oldukça ileri gitmişler ve bununla ilgili birçok yeni âlet ve edevat icad etmişlerdir.
Okçuların Pîri
Okçuların pîri kabul edilen ve Allah (c.c.) yolunda ilk ok atma faziletinin sahibi, şanlı sahabi Sa'd bin Ebi Vakkas (r.a.)'ın İslam tarihinde güzide bir yeri vardır. İslam'ın gelişme sürecinin önemli savaşlarından biri olan Uhud Gazası'nın ölüm kalım mücadelesi verildiği en tehlikeli anlarında, Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Sa'd'a elindeki okları verip:"At, ya Sa'd at! Anam babam sana feda olsun" buyurarak, ona büyük iltifatta bulunmuştur. Peygamberimiz'in (s.a.v.) daha önce kimseyi şereflendirmediği böyle bir iltifatla Hz. Sa'd hayatı boyunca iftihar etmiştir. Yine Resulullah Efendimiz(s.a.v.) bu savaşta kafirlere bin civarında ok attığı rivayet edilen Sa'd bin Ebi Vakkas'a "Allahım, onun attığını isabet ettir, duasını da kabul et" buyurarak sevince garketmiştir. Ok ve yay sanatının Orta Çağ İslam âleminde de büyük bir gelişme gösterdiğini görmekteyiz. Tarihî kaynaklar, XI. yüzyıldan itibaren İslam ordularında çelik yayların kullanıldığını belirtmektedir. Yin aynı kaynaklar bu tür yayların ancak XIII. Yüzyıl Avrupası'nda Franklarda görülmeye başladığını yazmaktadır. Savaş sanatında oldukça ileri giden Orta Çağ Müslü-manları ok ve yayların sayısız modellerini geliştirmişlerdir; bunlardan "çağın mitralyözleri" denilebilecek olan pedallısı her atışta "arı sürüsü gibi" çok sayıda ok fırlatabiliyordu. Kurşundan veya camdan bir mermi fırlatan kazık yay, madenden en iyi zırhları ve hatta taşı delip geçen çelik harbeler fırlatan sabit ve ağır akkar adı verilen yaylar, bu ürünlerden sadece birkaçıdır. Okçuluk sanatı, Türklerin İslâmiyeti kabul etmesindensonra bilhassa Osmanlı döneminde büyük gelişme gös-termiştir. İlk fetihlerden XVI yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osmanlı okçu birliklerinin, savaşların kaderine tesir eden önemli fonksiyonlar icra ettikleri görülmüştür.
Okun Çileli Oluşumu
Çam, gürgen ve kayın ağaçlarından yapılan okların en iyisi genç çam ağaçlarından yapılırdı. Bu çamların en iyileri de Bayramiç'nin Çavuş Köyü Kumunç dağında yetişirdi. Devlet-i Âliye'nin, çam ormanlarında, yalnız körpe çam dalı kesmeye memur ettiği "Çamcı" denilen hususî müfrezeleri vardı. Bunlar üçer parmak kalınlığında ve bir metre uzunluğundaki çamları keserek rutubetsiz bir yerde en az üç sene bekletirlerdi. Okların en iyisini yapmak için bu çamların yirmi sene, bunların daha mukavemetlisi olan "Tımarlı" okları elde etmek için ise elli sene bekletmek lazımdı. Bursa, Edirne ve İstanbul başta olmak üzere imparatorluğun büyük şehirlerinde ok yapımcılarına mahsus çarşılar meydana getirilmişti. Buralarda imâl edilen oklar daha sonra hususî sandıklarda fırınlara verilirdi. Belli zaman aralıklarıyla da soğuğa ve güneşe tutulan bu oklar mukavemet kazandırılarak kullanıma hazır hale getirilirdi. Osmanlı ordusunun ok ihtiyacı Cebeci Ocağı tarafından karşılanırdı. Araştırmalar 1511'de bu ocak tarafından 780 bin ok yaptırıldığını ortaya koymaktadır.. Evliya Çelebi de 17. yüzyılda İstanbul'daki ok imâl eden esnafla alâkalı olarak şu bilgileri verir: "Esnaf-ı okçuyan: Dükkan 200 ve nefer 300'dür. Pîr-leri, Ebu Muhammed bin Ömer bin el Vakkas olup, Hazreti Muhammed'in (sav) okunu ve yayını taşır ve seferden dön-dükçe ok yapardı. Kabri Eğin'dedir. Selman-ı Pâk'ın 46'ncı kemerbestesidir (kuşağındandır).
Ok imâli, türüne göre incelik isteyen bir sanattı. Okların sap kısımlarına, okun yörüngesinde itmesi için "yele" tâbir edilen kuş kanatları takılırdı. Kuğu, karabatak, kaz ve kartal tüylerinden yapılan bu kanatlar, devletin, bu tüyleri temin etmek için kurduğu hususî teşekküllerinden elde edilirdi. Topkapı Sarayı'ndaki Gülhane Hastahanesi'nin yanında bulunan havuzlardaki kuğular bu gaye için yetiştirilirdi. Yarışmalarda kullanılacak okların yelelerinin hazırlanması da başlı başına hassasiyet isteyen bir uzmanlık işiydi. Sağ kanattan alınan tüyler, sol kanattakilere göre daha tercih edilir ve ağırlıkları demrenin (uç) ağırlığı ile orantılı olarak hesaplanırdı. Bu orantı ölçüsü de demrenin ağırlığının sekizde biridir. Okların başlarına takılan ve "demren" adı verilen madenî sivri ucun geçirildiği yere "soya" denilirdi. Çavuş oklarının soyasına, içi delik bir kemik takılır, düdüklü ok denilen bu kemik, ok atılınca yılan gibi ıslık çalardı. Uçları testere gibi tırtıklı olan demrenler de vardı ki bunlar saplandıkları yerleri paramparça etmeden çıkmazlardı. Geniş uçlu dermenler ayı, domuz gibi av hayvanlarına atılırdı. Uçları meşinli oklar da tecrübe, staj ve tâlim için kullanılırdı. Osmanlı oklarının en mühimi ise parlayıcı, fitilli (dumdumlu) oklardı. Deniz savaşlarında, düşman yelkenlilerine karşı kullanılan önemli silahlardan biri olan bu okların demrenlerinin uçlarında yelkene sarılacak çengelleri, barut fişekleri ve fitilleri bulunurdu. Kemankeş (okçu), bu okun fişeğini ateşleyip düşman yelkenine fırlatıldığında ok, yelkene isabet ederek patlar ve yelkeni cayır cayır yakardı.
Ok Meydanı
Osmanlı, okçuluk sanatını geliştirmek için mparatorluğun çeşitli yerlerine spor sahaları kurmuştur. Sultan Orhan'ın Bursa'da yaptırdığı "Atıcılar Meydanı"ndan başlayarak Osmanlı şehirlerinde 30 kadar ok meydanı (meydan-ı fir-endâzan) tesbit edilebilmiştir. Bunların en meşhûru bugün "Ok Meydanı" diye bilinen Haliç sırtlarındaki meydandır. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethini müteakip otağını kurduğu bu yere hususî ehemmiyet vererek okçuluğun gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Genç Hakan, vakfiyesinde bu yer için: "Burası o kadar mühimdir ki, buradan sert tırnaklı hayvan geçmeyecek, mümkünse kuş uçurtulmayacaktır" diye söz eder. Fatih'den sonra okçuluğu geliştirmeye devam eden oğlu Sultan II. Bayezid, buraya tam teşekküllü (içinde zengin vakıfları, içtima ve spor salonu, aşevi, namazgâhı, arşiv ve kütüphanesi bulunan) bir tekke inşa ettirir ve buraya "Okçular Tekkesi" denilir. Kuraklık ve veba salgını zamanlarında dua mahalli olarak da kullanılan Ok Meydanı şehrin en ilgi çekici, en hareketli yerlerinden biri haline gelir.
Okçular Tekkesi
Okçuluğun geliştirilebilmesi ve ok tâlimlerinin muntazaman yapılabilmesi için kurulan okçular tekkesi (spor kulübü)'nin başında "Şeyhü'l-meydan- Okçular şeyhi" denilen bir vazifeli bulunur ve her iş usûlüne göre icra edilirdi. Ayrıca hükümdar tarafından tasdik edilmiş kanunları da bulunan bu okçuların, sicillerinin de muntazaman tutulduğunu görmekteyiz. Ok Meydanı'nda tâlime başlamak isteyen "kabza tâlibi", atıcılar arasına kabul edilmeye lâyık görülürse, isteklinin eline merasimle yay verilir ve kendisine bir üstad (antrenör) gösterilirdi. Bu merasimde, bir atıcıda (kemankeş) bulunması gereken vasıflar, atıcı namzedine uygun bir şekilde anlatılırdı. Atıcılar şeyhi tarafından kendisine bir belge (lisans) verilerek yay kullanma iznini aldığı bildirildikten sonra, hayatı boyunca sakınacağı şeyler ve yapacağı vazifeler gösterilirdi. Buna da "kabza teslim nasihatı" denirdi. Herkesin eline yay verilmez ve rastgelene atış usûlleri öğretilmezdi. Usûl ve âdaba aykırı hareket edip bunda ısrar eden kemankeşler, yolsuz addolunur ve şeyh tarafında "bizimle oturma" denilerek tekkeye alınmazlardı. Atışlara başlayan kimsenin tam bir kemankeş olabilmesi için 900 gez (1 gez: 66 cm) mesafeye ok atabilmesi lazımdı. Bunu başarabilen tâlibin adı atıcılar siciline kaydedilirdi. Bu münasebetle yapılan merasim okçular şeyhinin önünde yapılır ve merasim sırasında üstadı tarafından yeni kemankeşin kulağına "Kemankeş Sırrı" söylenirdi.
Kemankeş Sırrı
Günümüzde ağzından lâf alınamayan kimseler hakkında söylenen "Kemankeş Sırrı" tâbiri, aslında kişinin, kendi hünerini Hakk'ın inayetiyle birleştirmesinin zarûretini anlatmak için kullanılır. Kemankeş namzedi, kabzayı ustasının elinden alırken, ustası, bu işe tâlip olanın kulağına: "Ve mâ rameyte iz rameyte velâkinnallahe ramâ-Ey bu işe talib olan! Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı."(Enfal/17) âyetini okur. Böylece, namzedin sporculuk hayatı boyunca kazanacağı başarılardan dolayı gurura kapılarak kulluk sınırını tecavüz etmemesi gerektiğinin şuuru telkin edilirdi. Bugünün spor kulüplerinin karşılığı olan tekkelerde, sporculara verilen bu terbiye ve sporculuk anlayışı gerçekten çok düşündürücü ve göz kamaştırıcıdır. Günümüz spor otoritelerinin de bu yapılanmanın üzerinde kafa yorup, sporculara bu mantalitenin kazandırılması hususunda metodlar geliştirmesi gerekmektedir. Çünkü bugün spor, süratle olması gereken zeminden uzaklaşmakta ve paraya indeksli olarak sektörleşmektedir. Ayrıca loto ve toto adı altında kumara vasıta kılınması da ayrı bir handikap teşkil etmektedir. Sporcuların ise sadece fizikî kuvvetinin gelişmesi üzerinde durularak moral değerler göz ardı edilmektedir. Bu şekilde maddî ve manevî güçlerinin dengeli geliştirilmemesinin neticesi olarak da her türlü aşırılıklar boy göstermektedir. Dolayısıyla toplumun yetişmekte olan genç nesillerine örnek olması gereken sporun bu temsilcileri, tam tersine yanlış bir model görüntüsü vererek toplumun sağlıksız gelişmesinde önemli rol oynamaktadırlar.
Busbecq'in Hâtıraları
İmparator Charles Quint'in Muhteşem Süleyman'a gön-derdiği meşhûr büyükelçi Ogier Ghiselin de Busbecq, Osmanlı kemankeşleri hakkında şu enteresan bilgileri verir: "Türkler yedi sekiz yaşında iken ok atmaya başlıyorlar. On, on iki sene devamlı surette talim yapıyorlar. Bunun neticesinde kolları gayet kuvvetli oluyor. Sonunda o kadar maharet kesbediyorlar ki, hedef ne kadar küçük olsa yine isabet temin eyliyorlar. Kullandıkları yay genellikle bizimkinden çok sağlamdır. Hem kısa olduğu için kullanılması kolaydır. Yaylar tek bir ağaç parçasından yapılmıştır. Birbirlerine güzelce yapış-tırılmış ve tutturulmuş sırımla öküz boynuzundan yapılmıştır. Bir Türk uzun antremanlardan sonra en sağlam okla kirişi kulağının arkasına kadar gerebilir. Bu türlü bir yaya alışmamış bir adam ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yayla kiriş arasındaki işaretli noktaya kadar geremez. Tâlimlere mahsus okullarda (tâlimhanelerde) Türklerin o kadar maharetle ok attıklarını görürsünüz ki kalkan üzerindeki bir beyaz dairenin etrafını okla çevirebilirler. Bu beyaz daire 'taler'den küçüktür. Beş altı ok beyaz noktanın içine girmediği gibi birbirleriyle çarpışmadan beyaz noktanın kenarlarına dizilirler. Umumiyetle kalkandan otuz ayak (kadem) uzakta durup nişan alırlar.
Müsabakalar
Okçuluk yarışmalarının birkaç çeşidi vardı. Bunların hepsinde de başarı elde edebilmek için, yarışmacının vücut kuvvetiyle beraber, yay çekmede ve ok atmadaki hünerini birleştirebilmesi lazımdı. Bunun için okçular arasında, "atıcılıkta, sanat kuvvete hakimdir" sözü darb-ı mesel olmuştur. Bu yarışmaların başta geleni uzun mesafe atışlarıydı. Buna, "menzil atışı" denilmektedir. İkinci yarışma şekli de okla nişana vurmaktı. Buna, "puta atışı" denilirdi. Üçüncü yarışma ise, ucu demir oklarla kalın ağaç kütüklerini veya sert maden levhaları delmekti. Buna da "darp vurmak" denirdi. Osmanlı Sultanlarının da çoğu kez hazır bulunduğu bu gibi ok ve cirit müsabakalarının sonunda bugüne ışık tutacak gözalıcı tablolar yansırdı Padişah, mükafat dağıtırken sporculardan paraya ihtiyacı olmayanlar geriye çekilir, ihtiyacı olan arkadaşlarının ihsan-ı şâhaneyi almalarını sağlayarak örnek bir sporculuk ahlakı sergilerlerdi.
Rekorları Belgeleyen Âbideler: Menzil Taşları
Uzun mesafe atışlarında rüzgar istikametine göre (Yıldız, Lodos, Gündoğusu) atış yerleri vardı. Yarışacak kemankeş, ayak taşı denilen yere abdest alarak gelir ve orada bulunan diğer kemankeşlerin, hep bir ağızdan, kendilerine has bir söy-leyişleriyle: "Ne hava vü ne keman-ü kemankeş Ancak erdiren menziline nidayı ya Hak!" diye seslenmelerinin ardından okunu atardı. Bir atıcının atmaya muvaffak olduğu en uzun mesafe bir rekor teşkil eder ve okun düştüğü yere atıcının adı ve tarihini belirten ve adına "menzil taşı" denilen mermerden âbidevî bir sütun dikilirdi (bkz. sh.22) Rekor kırmış atıcıların adlarını ebedîleştirmek için dikilen bu taşlar, genellikle klasik, lâle, barok ve ampir üslûplarında olur ve üzerleri de klasik mensur yazılarla işlenerek atıcıların başarıları tescil edilirdi. Rekoru kıran kemankeş, âbidenin altına para serper ve büyük bir ziyafet tertip ederek tekke şeyhi ve yardımcılarına hediyeler verirdi. İleriki tarihlerde başka bir kemankeş o menzil taşından daha öteye okunu düşürebildiği takdirde o da taş dikme hakkını kazanırdı. Böylece ikinci, üçüncü.. taşlar sıra ile birbirini takip ederdi. İlk dikilen taşa, o menzilin "ana taşı" denilirdi. Bu menzil arışmalarındaki bazı rekorlar asırlarca kırılamamış ve bazı menzillerin geçilebilmesi kâbil olmamıştır. Devrin ünlü kemankeşleri ve attıkları mesafelere gelince; Kazzaz Ahmet 1037 gez'e, Sinan Subaşı 1109 gez'e, Kaptan Sinan 1232 gez'e ve Tozkoparan İskender 1281,5 gez'e (845.79 cm) ulaşmıştır ki okçulukta erişilen en büyük rekordur. Tozkoparan bu rekora ulaşınca "cihan pehlivanı" ünvanını almış ve adına taş dikilerek üzerine: "Sahib-ül menzil-i fi'l-meydan Ellezi ismuhü Tozkoparan" diye beyit dizilmiştir. Ayrıca Osmanlı hükümdarlarından Bağdat Fatihi Dör-düncü Murat, Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut da İstanbul Ok Meydanı'nda menzil taşı sahibidirler. Birkaç menzil taşı bulunan İkinci Mahmud'un hicrî 1251 (m. 1835) tarihli taşının altında Yesarîzâde Mustafa İzzet Efendi imzalı şu beyit vardır:
"Kuvvet-ü şevkle alup kemanın kabzaya
Attı tirin bin ikiyüz yirmibir gez padişah"
Tozkoparan İskender
Ok Meydanı, birçok ünlü atıcılar görmüştür. Bunların en namlılarından biri de Tozkoparan İskender'dir. Tozkoparan'ın yetişmesi hakkında eski kavisnameler şu malûmatı verirler: O asırda İran'dan Bahtiyar adını taşıyan bir pehlivan gelip, hükümdarın huzurunda sert yaylar çekmiş, birçok aynalar (metal levha) vurmuş ve büyük hünerler göstermiş. Hükümdar: "Bizde buna galip olan kimse yok mudur?" deyince etrafındakiler, "Padişahım bir nice gün aman verin tedarik olunur" demişler. Atıcıların ileri gelenleri bir yere toplanıp görüşmüşler ve şu tedariki görmüşler: Birkaç kantar ağırlığındaki bir top taşına demirden bir halka yapıp Bâb-ı Hümayun'dan içerideki meydana koymuşlar ve: "Her kim bu taşı kaldırırsa çok büyük ihsan vardır!" di-ye etraf-ı âleme haber yaymışlar. Bileğine güvenen herkes o demir halkaya yapışmış ancak yerden iki parmak kadar kaldırabilmiş. Ziyade kaldırabilen ise ancak bir karışı bulabilmiş. Tozkoparan İskender ise o devirde Acemi Oğlanlarından Bakraç Oğlanı imiş. Günün birinde oradan geçerken birçok adamın toplanarak taşın yanında durduklarını ve kaldırmağa çalıştıklarını görmüş. Hemen bakraçlarını yere koyup, taşın halkasına yapışmış ve üç defa göğsü üzerine kadar çıkarıp yere vurmuş. Hâdise padişaha müjdelenince, padişah Tozkoparan'a 1000 altın ihsan ederek: "Göreyim seni" diyerek sırtını sıvazlamış. Ve derhal Ok Meydanı tekkesine götürülen Toz Koparan'ı yetiştirmek için üstadlar tayin edilmiş. Böylece Tozkoparan İskender, Ok Meydanı'nda üstadlarla birlikte altı ay çalışıp muhkem idman yapmış. Bununla beraber geceleri sol kolu ve kalbi üzerine yatmasın diye Tozkoparan'ın başında iki adam sabaha kadar beklemiş. İşte böyle sıkı bir hazırlanmadan ve çalışmadan sonra Tozkoparan'ı ve diğer pehlivan Bahtiyar'ı padişahın huzuruna çıkarmışlar. Müsabaka başlayınca Tozkoparan, İran'dan gelen pehlivanın çektiği yayların üstüne kuvvetli bir yay daha koyduktan sonra bunları da kolayca çekmiş ve Bahtiyar'ın darp vurduğu yani deldiği aynaların üzerine bir ayna daha koydurarak onu da kolayca bir hamlede delmiş. Böylece Sultan'ı ziyadesiyle memnun eden Tozkoporan, ihsanını ve duasını almış. Ayrıca hükümdar, Bahtiyar'a da büyük ihsanlar edip: "Var imdi gördüğünü iyi söyle" diyerek memleketine yollamış.
Hakikî Kahramanlar
Büyük bir mütefekkirimizin: "Bir millet dünüyle içli dışlı olduğu sürece, yarınlarını teminat altına almış ve varlığını en sağlam temeller üzerine oturtmuş sayılır. Ruh kökünden uzaklaşıp özüne yabancılaştığı sürece de her esen rüzgarla yer değiştiren çer çöp gibi savrulup gider ve katiyyen istikbâl va'dedici olamaz" dediği gibi; öze ait tarihî değer, teşkilat ve sistemlerimizin bir nostalji çerçevesi içinde kalmayarak, geliştirilip insanımızın istifadesine sunulması gerektiğine inanıyoruz. Nihat Sami Banarlı'ya bir Amerikalı profesörün: "Siz tarihte defalarca başarı kazanmış bir milletsiniz. Bize veya başkalarına imrenmek neyinize? Biz, yeni bir millet olduğumuz için, tarihte muvaffak olmuş milletlerin sırlarını araştırır, bulduğumuz ve uygun gördüğümüzü asrımıza tatbik ederiz. Sizden de aldığımız kıymetler vardır. Evet, ilerlemek istiyorsanız, muvaffak olduğunuz asır-larda hangi meziyetlerinizle, hangi usul ve teşkilatlarınızla kazandınız? Bunları araştırınız. Bulduklarınızı modernize ediniz. Kendi millî ve denenmiş temelleriniz üzerinde yükseliniz" dediği gibi, sporun faydaya müteallik branşlarından olan ata sporlarımızın geliştirilip, onlara ahlakî değerlerin yerleştirilmesi, sporcuların da bu çerçevede madde ve mânâ buudlarının paralel ele alınarak örnek şahsiyetler, hakiki kahramanlar haline getirilmesi önem arzetmektedir. Hele hele, gençlerimizin hayranlık duydukları ve her türlü aşırılıklarıyla medyalarda boy gösteren sporcuların, kahrama(!) kabul edildiği günümüzde, bazusu kadar imanıyla da öne çıkıp, antreman aralarında seccadesini sererek kulluk şuuruyla Kudret-i Hakiki'nin önünde secde eden gerçek sporculara ihtiyacımız var.
KAYNAKLAR :
1-Amıcıs, Edmonda de; İstanbul, (çev. Prof. Dr. Beynun Akyavaş), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara/1986 2-Avcı, Cavut; "Okmeydanı", Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni, sayı 51/330, Ocak-Şubat 1976 3-Aydın, Hilmi; "Yay ve Oklarımız", Tarih ve Medeniyet dergisi, Haziran 1997, sayı 39 4-Ayverdi, Samiha; Bağ Bozumu, Hülbe Yay., İst./1987 5-Banarlı, Nihat Sami; Tarih ve Tasavvuf Sohbetleri, Kubbealtı Neş-riyat, İst./1984 6-Beyatlı, Yahya Kemal; Eski Şiirin Rüzgarıyla, İstanbul Fetih Cemi-yeti Yay., İst./1985 7-Busbecq, Ogier Ghiselin de; Türkiye'yi Böyle Gördüm, (haz. Aysel Kurutoğlu), Tercüman Binbir Temel Eser, tarihsiz ve Busbecq, Ogier Ghiselin de; Türk Mektupları, (çev: Hüseyin Cahid Yalçın), İst./1939 8-Edip, Eşref; Asr-ı Saadet, cilt. 1, Şamil Yay., İst./1985 9-İslam Tarihi, cilt 6, Çağ Yayınları, İst./1992 10-İşbil, Tülay; "Ok ve Okçuluk", Tarih ve Edebiyat Mecmuası Mart/1981, sayı: 3 11-Kahraman, Atıf; Osmanlı Devleti'nde Spor, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara/1995 12-Karamanoğlu, Derviş; "Ok Kandilleri", Tarih Hazinesi mecmuası, Aralık/1950, sayı: 3 13-Kömürcüyan, Eremya Çelebi; İstanbul Tarihi, Eren Yay., İstanbul/1988 14-Kunter, Halim Baki; "Millî Spor Tarihimizde Okçuluk", Tarih ve Edebiyat mecmuası, Aralık/1978, sayı: 12 15-K. W. A. Van der Weyde; "Geçmişte ve Günümüzde Okçuluk", Organorama dergisi, Ekim/1976, sayı: 1 16-Mazaheri, Ali; Orta Çağ'da Müslümanların Yaşayışları, Varlık Yay., İst./1972 17-Mutlu, İsmail; Sahabiler Ans, cilt I, Yeni Asya Yay., İst./1989 18-Öztuna, Yılmaz; Büyük Türkiye Tarihi, cilt 11, Ötüken yay., İst./1990 19-Pakalın, Mehmet Zeki; Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Söz-lüğü, cilt 2, M.E.B. Yay., İst./1993 20-Şahin, M. Abdülfettah; Çağ ve Nesil, T.Ö.V. Yay., İzmir/1985 21-Sertoğlu, Mithat; Osmanlı Tarih Lugatı, Enderun Kitabevi, İst./1986 22-Turan, Prof. Dr. Osman; Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, Boğaziçi Yay., İst./1997 23-Yücel, Erdem; "Şeyh Hamidullah'ın Menzil Taşı", Hayat Tarih mecmuası, Eylül/1974, sayı: 9 24-Yeni Türk Ansiklopedisi (Ok maddesi) Cilt VII, Ötüken Yay., İst./1985
Çarşamba, Ocak 31, 2007
Kaybolan Okçuluk Kaynakları
Maksadım Kaybolmaya Yüz Tutan Bu Tür Okçuluk Kaynaklarının da Gündemde Kalması :
![]() |
Osmanlı'dan Kalma Okçuluk Menzil Taşları ve Osmanlı Yayı |
OK
GENEL BİLGİLER
Ok Türk'ler tarafından i'câd edilmiştir. Daha önceki devirler hakkında bir bilgimiz olmadığı için ok ve okçuluğun en parlak zamânının Osmanlı'lar devrine rastladığını söyleyebiliriz.
Ok ile ilgili Hazret-i Muhammed'e atfedilen 40 hadîs, Sultan İkinci Mahmud zamânında Eyüp Câmi'i imâmı Abdullah Efendi tarafından tefsîr ve tercüme edilerek pâdişâha sunulmuştur.
İslâmiyet'in ilk zamanlarında Arap oklarının mesâfesi bugünkü ölçülerle 500 metreyi geçmiyordu. Osmanlı'ların elinde ok 845.5 metreye kadar fırlatılmıştır.
ÜNLÜ OKÇULAR
Osmanlı'lardan önceki dönemlerde yetişen Türk Okçuları hakkında elimizde maalesef bir kayıt yoktur. Bundan ötürü yalnız Osmanlı'lar döneminde yetişmiş ok pehlivanlarının adları zamânımıza ulaşmıştır. Bu pehlivanların lâkab ve adları şöyledir:
Deve Kemâl
Solak Havandelen
Bursa'lı Şûcâ
Tozkopan iskender (Okmeydanı'nda bugüne kadar geçilemeyen iki menzilden biri olan 1281,5 gez [*1] mesâfeli menzilinin sâhibi...)
Gürz sinân
Benli karagöz
Mîra'lem Ahmed Ağa (Ahmed Paşa, Kemankeş Ahmed Beğ, Kaptân-ı deryâ Ahmed Paşa... Okmeydanı'nda bugüne kadar geçilemeyen iki menzilden biri olan 1279,5 gez mesâfeli Güneydoğu menzilinin sâhibi...)
Yahyâ Ağa
Arabacı Mahmûd
Lenduhâ Câfer
Çullu Ferrûh
Zehgîrci Kâsım
Kuburcu Hüsrev
Kosta Hüseyin
Güre Tosun
Araboğlu İbrâhim
Lokumcu Solak Ali
Sığırcı Kâsım
Parpul Hüseyin Efendi
Kör Kâmil
Üfürükçü Ece
Usta Karaca
Yatmazağaçoğlu Bâlî Beğ
Kemhâcı Dîvâne Kâsım
TAŞ DİKEN PÂDİŞÂHLAR
Üçüncü Selîm (1012 gez)
Sultân İkinci Mahmud (1225 gez... Pâdişâh atışlarının en uzun mesâfelisi...)
ÜNLÜ TAŞLAR
Okmeydanı'nda 15inci yüzyıldan bu yana en uzun gezli taşlar şunlardır:
1. 1. 1251,5 gez mesâfeli Bursa'lı Şûcâ menzili
2. 2. 1279,5 gez mesâfeli Tozkoparan İskender menzili
3. 3. 1271,5 gez mesâfeli (lodos menzilli) Kaptan Ahmed Paşa menzili
4. 4. 1281.5 gez mesâfeli (gündoğusu menzilli) Tozkoparan İskender menzili
* * *
YAY
Yayların boyu 11-12 tutam [*2] dır.
Yay birinci, orta, ikinci boy olmak üzere üç boy olur.
Umûmîyetle dört parçadır: Ağaç, tutkal, sinir, kemik.
En büyük yay 115, en hafif yay da 95 dirhem [*3] den fazla veyâ noksan olmamalıdır.
Yapılışı güç ve büyük bir dikkat isteyen yay hassâsîyetini asırlarca muhâfaza edebilir.
Bâzı kuvvetli pehlivanlar 115 dirhemden daha ağır yaylar kullanmışlardır. Bursa'lı Şûcâ yıldız menzili taşını 107, Tozkoparan İskender Edirne'deki menzil taşını 130 dirhemlik yaylarla yapmışlardır.
Osmanlı'larda Muhiddin, Süleymân, Usta Pervâne, Büyük ibrâhim, Yahyâ, Mehmed isimlerindeki ustalar Osmanlı yaylarına zerâfet, estetik ve balistik mezîyetler vermişlerdir.
Yay Ağacı
En iyi yay ağacı Gerede'de yetişen Akça ağaçtır. Tutkalı çok fazla emerler. Bu karaağaçların ihtiyâr gövdeleri kesilir, kökten çıkan sürgünler iki bilek kalınlığında olunca yerden 25 santim kadar yukarıdan 13-14 tutam kesilir. Ortadan eşit olarak iki kısma ayrılır. Bir kazandaki soğuk suda üç gün bekletilir. Üç günden sonra kazanın altına ateş yakılarak kaynatılır. Bu kaynama süresi de üç gündür. Sonra ağaçlar çıkarılır. Talaş alevine tutulur. Biraz suyunu çektikten sonra tutkala yatırılır. Ağacın tutkalı iyice emmesi beklenir.
Bu işlemden sonra ağaç, kalın tahtalara oyulmuş, iki ucu içine kıvrık kalıplara sıkıştırılır ve urganlarla bağlanır. Asıl i'mâl devri kalıptan çıkarıldıktan sonra başlar. Kurulduktan sonra dış tarafa gelecek kısmına sinir yapıştırılır.
Yay ağacı 10 yıl bekletildikten sonra işlemeye alınır.
Tutkal
Tutkal yay ağacına elastıkîyet veren bir maddedir. Yayın en mühim maddesini teşkîl eden tutkal, çok titiz hazırlanan bir maddedir. Yay tutkalları bilhassa Gelibolu civârındaki Çakal (Çokal) köyünde yapılır ve bu isimle anılır.
Sinir
En iyi sinir için, Trakya'da yetişen inek ve öküzlerin ayak bileklerinden diz kapaklarına kadar olan sinirler bir araya toplanır, yıkanır, kurutulur, kaynatılır ve eritilir. Bu erime sinirlerin lif lif ayrılmasını te'mîn eder, Sinir, yayın kurulduktan sonra dış tarafına gelen kısmına i'tinâ ile döşenir.
Bu hesâblar öylesine incedir ki, meselâ puta yaylarına öküz siniri, menzil yaylarına inek siniri döşenir. Bu işlem yaya müthiş bir elastikîyet verir.
Kemik (Boynuz)
Yay kemiği tâbîr edilen boynuz bilhassa mandaların boynuzlarının dış kenarından yapılır. Boynuzun en sert yerleri de kenarlarıdır. Menemen yöresinde yetişen uzun boynuzlu genç öküzlerin boynuzları makbûldür. Boynuzların dış kenarları kökten uca kadar bir kapak hâlinde kesilir. Kazanda kaynatılır. Sonra çam alevinde yumuşatılır ve düzeltilir. Dar tahta kalıplara sıkıştırıldıktan sonra kurutulur, yay tahtasına Çakal tutkalı ile yapıştırılır, üzeri raspa edilir.
Çelik
Kabzanın tam orta kısmına isâbet eden ve iki boynuzun arasında kalan iki milimlik aralığa beyaz bir kemik yerleştirilir ki buna da çelik denir.
Çile
Çile, yayın iki ucuna takılan ve oku fırlatmaya yarayan bir kaytandır. Harp yaylarında çile yerine koyun ve keçi gibi hayvanların bağırsaklarından yapılan gâyet kuvvetli bir ip kullanılır. Çile saf ipektir. Günlerce kaynatıldıktan sonra gölge yerde kurutulmaya bırakılır. Sonra bükülerek ip hâline getirilir. Çile yalnız yarışma yaylarına takılır.
Özel bilgiler
Yaylar i'mâl edilirken meşhûr ustalar ağaç yağlanmasın diye yağlı yemek, kuru fasulye yemezler, yayı odun veyâ kömür dumanından bucak bucak saklarlar. Bundan sonra eğer süslenecekse yayın dış kenarına altın yaldızlarla resimler yapılır, çile takılacak yer açılır, cilâsı tamamlandıktan sonra yay i'mâli tamamlanmış olur.
Tılsım
Türk yayları ile Avrupa yayları arasında ilk bakışta dikkati pek çekmeyen fakat bilhassa uzun mesâfe atışlarında çok lüzûmlu olan bir özellik vardır. Türk yaylarında kabza çıkıntısı dışa doğrudur. Beden kısmının kasan gezine yakın olan taraflarında hissedilir bir kalınlık vardır. Tanguç (tonguç) başlığı denilen kısım ise bir ayın iki ucu gibi muntazam kıvrılmaz ve içeri doğru eğiktir. Bu iki özellik yüzlerce yıllık denemelerden sonra elde edilmiştir.
Yayın da kılıç gibi incelik ve tılsımları Avrupa'lar tarafından bir türlü keşfedilememiştir.
Yayın Kurulması
Yay kurulmadan önce uçları içe kapanıktır. Okçu bu uçları tutup kabza kısmını dizine dayar, iki ucu tersine kıvıra kıvıra birbirlerine yaklaştırır ve kirişi takar. Atışlardan sonra yay boşaltılır yâni kiriş çıkartılır. Yay da kurulmadan önceki hâlini alır. Yay rutûbetsiz bir ortamda duvara asılarak korunur. Yarışma yaylarının uçları halkadan yeni çözülmüş yaylar gibi içeriye fazlaca kıvrık değildir.
* * *
OK
Çubuklar
Türk'ler oku çam ağacından yaparlar. Çamın her cinsiyle ok yapılmaz. Osmanlı'lar uzun yılların tecrübelerinden geçtikten sonra Kaz Dağları'nın bir kaç bölgesindeki çamların ok yapımına en uygun ağaçlar verdiğini görmüşlerdir. Bayramıç'taki Çavuşlu köyü ve çevresindeki 20 küsûr köy, ok çamı kesmek sûretiyle geçimlerini sağlamışlardır. Çamların bilhassa saz telli, kaya telli, koğaz ve peltek denen cinsleri ok için en uygun olanlarıdır. Her yıl sonbaharda çamların suyu hafif çekildiğinde bilek kalınlığındaki sürgünler, yerden 25-30 cm. yukarıdan 125-150 cm. uzunluğunda, budaksız olmak şartıyla kesilir. Kalınlıklarına göre iki veyâ dört kısma ayrılır. Keskin bıçaklarla düzeltilerek rutûbetsiz bir odada üç ay bırakılır. Daha sonra 20-25˚'lik odalara konur. Sararıncaya kadar bu harârette bekletilir. Ok çubukları bu harârette çok bekletilirse esneme kâbilîyetini kaybeder. Çubuklar bu süre içinde yağını vermiş ve tamâmiyle kurumuş olur. Bundan sonra 15-16˚'lik bir sıcaklık içinde üç yıl ilâ beş yıl bekletilir. Ancak bu süre sonunda çubuklar ustaların ellerine geçer ve kullanılacakları işe göre kısım kısım ayrılırlar. Ağaçların bu zamânına tav zamânı denir. Harp okları başka, tâlîm okları başka, yarış okları başka olur.
Oklar vazîfelerine göre adlandırılırlar. Muhârebe okları, hedef okları, uzun mesâfe okları gibi... Ayrıca bunların da çeşitli tipleri ve adları vardır.
Okların en hafifi 2 dirhem 1 çekirdek [*4] olanıdır.
Oklar boyları ne olursa olsun 24 derece diye bir nisbet üzerinden kabûl edilir. Baş taraftan 4 derecesi boğaz, ondan sonra gelen 7 derecesi göbek, ondan sonraki 6 derecesi şalvar, son kalan 7 derecelik parçaya da ayak denir.
Yelek
Okların üzerine kuğu, kerkenes, karabatak ve tavşancıl kuşlarının tüyleri yelek olarak yapıştırılır. Yelek okun dengesini ve havayı yarmadaki kolaylığını sağlar. Tımarlanmış ceylân derisi de yelek olarak kullanılabilinir. Daha çok yaşlı karabatak kuşlarının tüyleri makbûldür. Ebuş denilen ok cinsine balıkçıl kuşunun tüyleri helezônî olarak sarılır. Tüylü oklar diğerlerine göre daha pahâlı ve makbûldür.
Başak (Temren)
Okun ucuna konulan sivri demire başak veyâ temren (temürgen) adı verilir [*5]. Acem'ler buna peykân derler.
Sesli Oklar
Yarışmalarda kullanılan kılavuz oklar havada seyrederlerken ses çıkartırlar. Bu ses okun yelek kısmına yakın açılan bir delikten geçen hava ile oluşur. Sesli okun mu'cidi Büyük Türk Kağanı Tanrıkut Mete'dir [*6].
Ok ağacını 5 yıl bekletilip sonra işlemeye alınır.
Ok da kılıç gibi mukaddes sayılır, üzerine yemîn edilir.
* * *
OK ATIŞINDA USÛL
Ok atmada bacakların gövdenin ve kolların duruşu çok önemlidir.
Ok atışında, yay kabzası üzerine sarılan hafif tutkallı bir bezin yaptığı çıkıntı, sol elin başparmağının etli kısmından sonra gelen avuç içi çukurluğuna oturtulur. Kabza hava sızmayacak şekilde kavranır. Önce alttan iki parmak kabzaya dolanır, sonra orta parmak bez çıkıntısının üstüne çekilir. Şahâdet parmağı orta parmağın üstüne kıvrılır, başparmak da orta parmağın kabzaya sıkı sıkı sarılmasını sağlar.
Kabzayı kavrayan sol el bileği düz durmalıdır. Yayı tutan sol el tam burun, kirişi çeken sağ el de tam kulak hizâsında olmalıdır. Ayrıca kabzayı kavrayan sol elin ortasından kirişi tutan sağ elin dirseğine kadar olan mesâfe düz bir hat üzerinde bulunmalıdır. Sağ kolun omuzdan yukarı veyâ aşağı kayması hem nişân almaya hem de mesâfenin uzun veya kısalığına te'sîr eder.
OK YARIŞMALARI VE KÂİDELERİ
Ok atmaya yeni başlayan istîdâtlı kimselere boy, kol, pazu kuvvetine göre yaylar ve oklar verilir. İlk bakışta pek kolay görülen ok atma aslında güç ve devâmlı ekzersiz isteyen bir iştir.
İstîdât ve kâbilîyetli olup da yarışmalara girmesine izin verilen genç okçuların ellerine yay ve ok almalarına müsâade edilir. Buna icâzet denir. Bir genç tîrendâz beşyüz metreye kadar ok atabilmelidir. Okçular kategori olarak beş sınıfa ayrılırlar: 500 cüler, 700 cüler, 900 cüler, 1000 ciler, ve 1100 cüler. 500 metre mesâfeye atabilenler meydana kabûl edilirler. 700 ve 900 gezi aştıktan sonra o okçuya meydan şeyhleri tarafından kabza verilir ve yarışlara girme hakkı tanınmış olur. Bu barajın aşılmış olması meydan hakem ve şeyhlerinin şâhitlikleri ve yeminleriyle tasdîk edilir. Bu yeni okçu için parlak bir tören yapılır, meydan şeyhlerinin hazır bulundukları bir yarışma düzenlenir, hürmet olsun diye önce şeyh ve eski taşçılara ok attırılır, sonra duâlar yapılarak genç okçuya başarı dilenir, o da ok ve yayını öperek başına koyduktan sonra atışa başlar. 1000 ciler yarışmalarda 9 ok, 1100 cüler ise 11 ok atmak hakkına sâhiptirler.
Taş; Diğer Bilgiler...
Bir okçu atış yaptığı yere bir taş diker. Buna ayak taşı denir. Okun düştüğü yere dikilen taşa da ana taş adı verilir. Okçu ile hedef arasındaki düz hattın sağ tarafına sancak, sol tarafına kabza denir. Ok hedeften 30 adım sağa veyâ sola düşerse karavana atılmış sayılır. Kılavuz oklar ses çıkaran oklar olup, havacılara (hakem) düştükleri yeri bu sesle belli ederler. Hedefi aşan okçulara "ok kaçırdı" denir. Ok sporunda havacılık çok tehlikeli bir meslektir. Hedefin veyâ menzilin hemen etrâfında bulunan havacılara ok saplandığı görülmüş hâdiselerdendir.
Yaylar kurulduktan sonra meydan görevlilerinden biri yüksek sesle hakemlere bağırarak "Hava eyle" der. Havacılar da tülbentlere sarılmış küçük taşları havaya atar ve yerlerini belli ederler. Okçular o yöne yönelir, oklarını atarlar. Okun toprağa saplanışını havacılar iki diz üstüne çöküp kulaklarını toprağa dayayarak anlarlar.
Toplu hedef atışlarında okçular iki takım hâlinde kümeleşirler. Hangi takımın önce atacağı kur'a ile belirlenir.
Yeni Taş Dikme
Uzun mesâfe atışlarında, yeni taş diken bir okçu çıkarsa, o okçu için büyük bir tören yapılır. Eğer pâdişâh meşgûl değilse akşam saray sofrasına dâvet edilir. Yeni taşın tesbît edilmesi için okun düştüğü yer havacılar tarafından gösterilir. Dört meydan şeyhi ve yarışmada hazır bulunan ihtiyâr taşçılar hep birlikte oraya gider, gözleriyle görür, tekbîr ve duâlarla oku topraktan çıkarır, Fâtihâ'lar okurlar, üç İhlâs-ı Şerîf bağışlarlar. Bu duâlar ölmüş taşçıların rûhlarına ithâf edilir. Yeni taş diken okçu da sağ elini yayın kabzası üzerine kor, tekbîrler bittikten sonra Fâtihâ okunurken, hey'ette bulunanlar, ellerini okçunun elleri üzerine koyarak yeni taşı tasdîk ederler. Yere saplanan ok genellikle o okçuyu yetiştiren hoca tarafından topraktan çekilir, etekle silinir ve okçuya verilir. Hoca yoksa meydandaki en eski taşçı bu işi yapar ve "mübârek ola" diyerek oku sâhibine verir. Meydan töreni bu kadardır. Ancak yeni taşçı o gün meydanda bulunan okçulara ve meydan şeyhlerine bir ziyâfet borçlanır. Bu ziyâfet okçunun mâlî durumuna göre yapılır. Eğer okçu yoksulsa durum pâdişâha arz edilir ve ziyâfeti bizzat pâdişâh verir. Ziyâfetlerin masrafı en az 100 akçadır.
* * *
OSMANLI ORDUSU'NDA OK TÂLİMLERİ
Osmanlı Ordusu'nda ok tâlimlerine çok önem verilir. Ok hafifliğine ve görünüşteki sâdeliğine göre pahalıya mâl olan ve uzun emek isteyen bir mermi gibidir. Asker için bunun bir tekini bile boşa atmak züldür. Hele savaşlarda bir tek oku bile boşa atmak, Türk okçusu içi afvedilmez bir nefs cezâsıdır.
Bayram günlerinde, zafer şenliklerinde, pâdişâh düğünlerinde, şehzâde sünnetlerinde düzenlenen eğlenceler ve yarışmaların çoğu ok üzerinedir. Fâtih'in şehzâdelerinin sünnetinde, nişâncıların bir at nalını vurup ortadan parçaladıkları, yüksek bir direğin başına asılan bir feneri koşarak ok atmak sûretiyle indirdikleri, polat levhaları deldikleri, 500 m. uzaklıktan oda penceresi büyüklüğündeki deliklere (~ 1 m. x 1 m.) ok geçirdikleri, bir dakîkada 90 ok atışı yaptıkları bilinir. Aslında Ordu içinde bir dakîkada 90 ok atan okçular çoğunluktadır.
Birinci Kosova savaşında zafer okçular sâyesinde elde edilmiş, Fâtih'in Uzun Hasan'la yaptığı Otlukbeli savaşı da yine Türk okçularının ustalıklarıyla kazanılmıştır.
* * *
YARIŞMA ALANI: OKMEYDANI
Bugünkü Okmeydanı Ak Şemseddîn Hoca'nın arzûsuyla ve Fâtih Sultan Mehmed Hân'ın emriyle düzenlenmiştir. Fetih sırasında Bizans'lılar şehrin küçük büyük bütün putlarını Ayasofya'ya doldurmuşlardı. Fâtih bunların san'at yapısı olanlarının bir yerde saklanmasını istedi. Bir kısmını imhâ ettirdi. Taş veyâ ağaçtan yapılmış büyük putların 12 tânesi Okmeydanı'nın muhtelif yerlerine dikildi. Yeniçeriler bunlara ok atarak nişân tâlimleri yaptılar. Putlara atılan ilk oka "Puta ok" adı verildi. Bu olaydan sonra nişân atışlarında küşâd edilen ilk oka, kemânkeşler arasında "puta oku" denilmiştir.
Okmeydanı o çağda köşklük, bağlık, bahçelik idi. Burasının yarış alanı olması kararlaştırıldıktan sonra Fâtih'in vezîri Fâik Paşa, bağ ve bahçeleri satın aldı. Subaşı Midilli'li Dâvût Beğ'in de bulunduğu bir mecliste herkesin parası teslîm edildi. Bu istimlâkten sonra meydandaki ağaçlar kesildi, evler yıkıldı, arâzî düzeltildi. Bir emrî fermân çıkartılarak bu sâhaya bağ, bahçe kurmak, su kanalı açmak, kuyu kazmak, mevtâ gömmek gibi şeyler kesin olarak yasaklandı. Meydanın bakım ve gözetimi yeniçeri ağasına verildi.
Târîhçi Ali Efendi'ye göre meydanın hudûdları şöyledir: "Sivrikoz Çardağı yerinden yıldıza doğru büyük böğürtlene ve incire, Yeniçeri Ağası Karagöz Ağa ile Galata Kadısı'nın diktikleri taşlara, bu taşlardan Manol Bağı'na, beylik büyük karlıktan Çakılı Tepe'ye, gündoğusunda Helvacı Karlığı'na, kıbleye doğru Câferâbâd Bahçesi'nin hendeğine, Atıcılar Tekkesi'nin yanındaki yola kadar olan saha." [*7]
Okmeydanı Yarış Alanının Yönetimi
Okmeydanı'nın yarış alanının kendine has bir idâre şekli vardır. Okçuluk Türk'lerde ordulararası bir yarışma şeklini almıştır. Bu durumda da yarışmaların bir düzen ve kâide içinde yapılması mecbûriyeti doğmuştur. Bu düzenlemeler kısaca şöyledir:
Okmeydanı'nı yönetenler dört kişidirler:
1- Kemânkeşler şeyhi
2- Atıcıbaşı
3- Baş hakem
4- Meydanın dâhilî işlerine bakan şeyh
Bu dört şeyhin emrinde 6şar kişi vardır. Ayrıca havacılar denen ve okların düştüğü yeri tesbît eden bir kadro da bulunur. Bunlardan başka meydanın bakım ve temizliği için 17 levent ayrılmıştır. Başta bulunan dört şeyh müşterek kararlarıyla yeniçeri ağasından sonra en çok selâhîyet sâhibi kimselerdir. Bunlar kahramanlıkta, okçulukta, ilim ve fende ileri gitmiş pâdişâha yakın kişilerdir. Saraya ve sofraya serbest girip oturabilirler. Yarışçılar arasındaki münâkaşa ve anlaşmazlıkları hallederler ve verdikleri karar pâdişâh tarafından dahi bozulmaz. Bu dört şeyh aynı zamanda taş dikmiş olan kimselerdir. Meydan usûl ve âdetlerine uymayan pehlivanlara evvelâ kemankeşler şeyhinin dışındaki üç şeyh ihtârda bulunurlar. Okçu bu ihtâra rağmen uslanmazsa vazîyet meydan kemankeşler şeyhine arz edilir, o da bir nasîhatta bulunur. Eğer kabâhat yine tekerrür ederse bu dört şeyh toplanır, suçluyu çağırır, kendisine, "Bizimle oturma..." diyerek onu meydandan kovarlar. Meydandan kovulan okçu bir daha yarışlara giremez, meydan sâhası içinde yay kullanamaz. Ancak o pehlivan kabâhatini i'tirâf, meydan kâidelerine uyacağına dâir yemîn eder, dört şeyhin elini öper, şeyhler de onu afvederlerse bu kere yay üzerine yemîn eder, yayı öpüp başına kor ve böylece yeniden meydana dönebilir.
* * *
OK VE YAYIN DİLİMİZE KAZANDIRDIĞI TERİMLER
Ok ve yayın dilimize kazandırdığı, bugün dahi anlamını bilmediğimiz hâlde kullandığımız üç terim vardır. Bunlar,
1- İki dirhem bir çekirdek = Abartılı bir giyimi ve bir yürüyüşü olan kasıntı kimse...
2- Kepâze = Utanılacak bir fiilde bulunan kimse...
3- Çile çekmek = Zor bir işi becerirken eziyet görmek, yapılan bir hatâdan ötürü vicdân azâbı duymak...
Bu terimlerin asıl anlamları ise şöyledir :
1-İki dirhem bir çekirdek = Aslında altın tartısıdır. Fakat aynı zamanda okların da tartısı olmuştur.
2-Kepâze = Sert yarış yaylarından çok daha kolay çekilebilen hattâ 5 yaşındaki çocukların bile çekebilecekleri hâle gelmiş yaylara verilen addır. Bu yaylar yalnız idmanda kullanılır. Kolların kuvvetini sağlasın diye okçular, her sabah bu kepâze denilen yayı 100 ilâ 200 kere çekerek idman yapar, daha sonra sert yaya geçerler. Yayın böylece çekilip bırakılması zamân içinde kepâze sözünün halk dilinde istihzâ makâmında kullanılmasına yol açmıştır.
3-Çile çekmek = Yayın çilesini çekmek... Çile çekmek sabır isteyen bir iş olduğundan bu mânâda kullanılagelmiştir.
Açıklamalar:
[*1] gez = 66-70 cm.
[*2] tutam = ~ 10 cm.
[*3] dirhem = 3,5 gr.
[*4] çekirdek = 1 dirhem/4 = 0,875 gr.
[*5] Mızrak başlıklarına yalman denir.
[*6] Motun Yabgu, Oğuz Kağan, Zülkârneyn Yalavaç... (Kağanlık yılları, M.Ö. 209-174)
[*7] O zamanki bâzı işâretler bugün kalmadığından veyâ isimleri değiştiğinden bugün meydanının nereden başlayıp nerede bittiğini bilmek mümkün değildir. Bu arâzî bugünkü ölçülerle yaklaşık 400 dönüm (400000 m.²) civârında olmalıdır.
* * *
Ana kaynak : Ok... Hazırlayan: Tevfik EROL
Tercüman, 21.04.1964-04.05.1964
Ekler: TONYUKUK
---------------- \\------------------
Târihin bir. olağanüstü ve şâhâne işi
Kürşad'ın Költigin'in Çağrı Beğ'in “OK” çekişi
ATSIZ
*
ESKİ TÜRK SPORLARI ÜZERİNE ARAŞTIRMALAR
Halîm Bâkî Kunter
Istanbul-1938
* * *
Resim - Istanbul Okmeydanı’nda hedefe ok atışı (Franz Taeschner, 17nci Yüzyılda
Istanbul Hayatı, 1. cilt, Hannover 1925)
Taybuga'nın Ayasofya kütüphânesindeki kitapları ve o cildi terkîp eden risâleler Okçuluktan, Atıcılıktan, Binicilikten, Ok ve Atıcılarından bahseden değerli birer eserdir (Fihrist numarası 2902 ve 3314, 3800 ). Bunlardan 3800 Nu. da kayıtlı kitabın 119 uncu yaprağının (7) ikinci yüzüne muahharen Mehmed Pehlivan adlı bir üstâd-ı kâmil, teknik bir bahse dâir mühim bir hâşiye yazmıştır. Mehmet Pehlivan zamânının en meşhûr pehlivanlarından olup 1651 senesinde ölmüştür.
2. Resim Mehmed Pehlivan’ın mezar taşı
Mezar taşında: MEHMED PEHLİVAN KAF BER KAF, yâni “şöhreti Kaf’tan Kaf’a varan Mehmed Pehlivan” ibâresi yazılıdır. Aynı kütüphânede bulunan ve Kıpçaklı ma’rûf Lâçin tarafından Sultan Kayıtbay namına yazılmış olan kitap ile (Fihrist Nu.: 2899), Nâsiriddin Mehmed bin Yâkûb’un yazmış olduğu eser (Fihrist Nu.: 2899 mükerrer), Kemankeş Pirzirin’li Mustafa'nın birer nüshası Murat Molla, Millet, Süleymânîye kütüphânelerinde ve bir nüshası elimizde bulunan Kavisnâme'si (Murat Molla Kütüphânesi: Hamîdiye-Lala Ismâil kısmında, 559 Nu.; Millet Kütüphanesi, 913 Nu.; Süleymânîye Kütüphânesi, Aşir Efendi Hafîdî kısmı, 254 Nu.) spora müteallik eski kitapların en kıymetlilerindendir.
Eski Stadlar ve Kulüpler
Istanbul’da 1453 yılından beri mevcût olan bir stad vardır ki Okmeydanı adıyla anılır. Burada yalnız ok atılmayıp atletik sporların da yapıldığı Topkapı Sarayı Arşivi’nde gördüğümüz târihî kayıtlarla sâbittir. Ancak bu stadda en geniş yer ok atışlarına ve ta’limlerine ayrıldığı ve meydanın bir çok yerlerinde rekortmenler adına mermerden âbideler dikildiği için burasına Okmeydanı adı verilmiştir. Burası Istanbul’un fethinde te’sis ve üzerinde tuğralar bulunan hudut taşlarıyla sınırı tahdît edilmiştir. Istanbul’un fethi gibi Türk’lerin uzun zamandan beri besledikleri büyük bir millî emelin Türk gücü sâyesinde istihsâl edildiğini gören devlet büyükleri ve âlimler, bu zaferin hâtırasını ebedileştirecek bir eser olmak üzere Fâtih’in çadırının dikili olduğu yerde bu meydanı te’sis eylemişlerdir. Burada Okçular Tekkesi denilen bir kurum da mevcût idi. Burası toplantı ve idman salonları, kütüphânesi, müzesi, antrenör dâiresi, hattâ meccânî aşevi ile mükemmel bir spor kulübü idi. Yanında devlet erkânının ve ecnebî ricâlin ları ve merâsimi seyretmeleri için ilkin Mi’mâr Sinân tarafından inşa’ edilmiş, sonraları çok ta’mir görmüş bir de Kasr mevcuttu. İmparatorluk devrinde ok meydanlarının başlıcalarının adedi bir aralık otuz dördü bulmuştu. Belgrad, Sofya, Üsküp, Edirne, Cidde, Mekke, Kâhire, Bağdat, Şam, Amasya, Bursa, Diyarbakır, Ankara'da bulunan meydanlar bunların en meşhûrlarındandır. Hasköy sırtlarındaki Ok meydanından başka Istanbul’da (8) Yenibahçe'de dahi ok atışlarına ve ta’limlerine mahsus bir saha bulunduğu okçuların sicil defterindeki meşrûhâttan ve diğer bâzı târihî kayıtlardan anlaşılmaktadır. Bu iki yerden başka Davutpaşa ve Veli Efendi çayırlarında, Kâğıthâne'de ve Istanbul’un başka semtlerinde de ok atışları yapılırdı.
Hasköy ile Kasımpaşa arasındaki ok meydanının iskelesi Haliç üzerindeki Hasbahçe idi. Buraya sonraları yapılmış olan Aynalı Kavak Kasrı da Okmeydanı’nın müştemilâtından gibi bir şeydi. Haliç’in her semtinden, Boğazdan ve Anadolu yakasından gelen güzel kayıklar ve türlü gemiler çevik kürek darbeleriyle, Hasbahçe iskelesine yanaşır, şehrin spora meraklı halkını ve devletin ileri gelenlerini Okmeydanı yollarına dökerdi. Kara yollarından da yaya olarak yâhut atla, arabayla hemen bütün şehir halkı Okmeydanı’na akardı.
Geniş meydanın üzerinde ok ta’lîmlerinden ve müsâbakalarından başka husûsî mahallerde Pehlivan güreşleri, yaya koşuları ve diğer atletik sporlar da yapılırdı.
Edirne’li Hasan Çelebi'nin “Ok Yay Risâlesi” adlı kitabında (Bayazıd'da İnkılâp Kütüphânesi'nde Muallim M. Cevdet merhûmun bıraktığı kitaplar arasındadır.), Tozkoparan İskender'in Okmeydanı’nda bir yaya koşusundaki muvaffakiyetinin hâtırâsını yaşatmak üzere buraya Ak mermerden nişan dikildiği yazılıdır.
Bu meşhûr ok atıcısının menzil sâhibi olduğunu ve adına Okmeydanı’nda esmer bir taştan iki sütun dikildiğini biliyorduk. Bu taşlar, Dârülaceze ile Okmeydanı telsizi arasından geçen yolun yakınında hâlâ dikili durmaktadır. Hasan Çelebi'nin kıymetli kitabı bu büyük sporcunun yaya koşularındaki kudretini de bize öğretmiş oluyor. Bu koşunun sür'at veyâ mukavemet koşularından hangisi olduğuna dâir, şimdiki halde, elimizde mütemmim ma’lûmat yoktur.
....
Okmeydanı’nda güzel manzaralı, her yere hâkim, genişçe bir çevrenin adı Çıksalın’dır. Bu ad, Okmeydanı’na a’it eski haritalarda da aynen yazılıdır. Bu kelime (11) Okmeydanı’nın, halkın hava ve güneş alması husûsunda i’fâ eylediği hizmeti bildiren ve belirten değerli bir dil vesîkasıdır. Çıksalın, iki emirden mürekkep Türkçe bir kelimedir.
.....
Spor Ka’nûnnâmeleri ve Sporcuların Sicilleri
3. Resim Atıcılar Kanunnâmesi’nin ilk sayfalarından
Okçuların mütehassıs bir komisyon tarafından kaleme alınmış ve devrinin hükümdarları tarafından tasdîk edilmiş bir ka’nûnnâmeleri vardı. Ka’nûnnâme-i Rimât 29 sayfada 19 fasıldan mürekkep hacmi küçük fakat kıymeti büyük bir eserdir. Bu kitabı ve diğer bâzı vesîkaları iyiden iyiye tetkik etmek imkânını bana bahşetmiş olan eski kemânkeşlerimizden Vakkas Okatan Bey'e burada da teşekkürlerimi bildirmeyi borç sayarım. Okçular tekkesi şeyhi, Okçular Federasyonunun Reisi mesâbesinde idi. Meydanın intizâmını te’mîn etmek, disiplini muhâfaza eylemek üzere kurumun bir Haysiyet Dîvânı ve altı kişiden mürekkep ayrıca bir zâbıta teşkîlâtı mevcuttu. Kurumun en yüksek Disiplin Âmiri zamanının en yüksek askerî makamı olan Yeniçeri Ağası idi. Okmeydanı’nda üstâd antrenörler, hakemler, haysiyet dîvânı gibi lüzumlu anâsırın hiç biri eksik değildi. Beynelmilel mâhiyette müsâbakalara hazırlık için burada te’sîs edilen kampların altı ay devam ettiğini ve sporcuların geceleri de kampta kaldıklarını, hattâ kendilerine uykuları esnasında tekayyüt ve ihtimam göstermek, sol kolu ve kalbi üzerine yatmalarına imkân bırakmamak için sabaha kadar vazîfe gören husûsî bakıcıların istihdâm edilmiş olduğunu o sıralarda yazılmış kitaplardan anlıyoruz (Kavisnâme, Kemankeş Mustafa, elimizdeki nüsha, S. 23-24). (12)
.....
4. Resim Atıcılar Kanunnâmesi’nin başlangıcı
Okmeydanı’ndaki uluların, en büyük hakemlerin evsâfı, Atıcılar Kanunnâmesi’nde şöyle telhis olunur: “Sakîmi müstakîmden, müstakîmi sakîmden ayıralar. Bîgarez olalar. Umûr-ı meydânı, Ka’nûn-ı meydânı, Da’vâ-yı meydânı, Ka’nûn-ı remy-i meydânı icra’ ettireler (Atıcılar Kanunnâmesi, S. 15).
Kanunnâmenin en çok gözettiği esas spor nezâhet ve nezâketi, sporcuların a’zamî derecede ferâgati nefs sâhibi olması idi. Meydana ve Kuruma a’it bütün protokol kâideleri hattâ sofralarda oturma sırası, müsâbakaların teknik şera’iti, hakemlerin evsâfı, müsâbakalara girecek okçularda aranılan muâdelet şartları... hepsi kanunnâmede gösterilmişti. Ok meydanlarında muntazam sicil defterleri tutulur, okçular bunlara kaydolunurdu. Bu sicille kaydolunabilmek için Kabza almak, kabza alabilmek için de asgari 900 geze ok atabilmek şarttı (Bir gez 66 santimetredir).
Kabza almak ta’bîriyle ifâde olunan merâsim bu şartı ihrâz eden okçunun antrenöründen ve kurum başkanından merâsimle Lisans almasından ibâretti.
Sicilde kayıtlı okçular atışta gösterebilmiş oldukları muvaffakîyet derecesine göre mertebelere ayrılırdı. Bunların en yüksek derecesi menzil sâhibi olanlardı.
5. Resim Atıcılar Kanunnâmesi, metnin ikinci sayfası
Menzil sâhipleri, her hangi bir menzilde rekor sâhibi olanlardır. Bunlar gerek kendi devirlerinde, gerek
kendinden evvelki devirlerde o istikâmete atılmış olan en uzun mesâfeyi geçmeye ve o menzilde en son haddi istihsâle ve tesbîte muvaffak olabilen kimselerdir. Böyle büyük sporcuların namlarını ebedileştirmek üzere, oklarının düştüğü yere, mermerden sütunlar dikilir, bunların üzerine de ekseriyetle manzûm olarak muvaffakîyetlerini tesbît eden sözler yazılırdı.
6. Resim Atıcılar Sicil Defteri (1093 Hicrî târihinden başlayan defterin ilk sayfası)
7. Resim Atıcılar Sicil Defteri’nden iki sayfa
Mîlâdî 1671 târihinden itibaren kabza alan kemankeşlerin kayıt ve tescil edilmiş olduğu defterde 3375 lisanslı ok atıcısının kaydı vardır.
Üzerinde incelemeler yaptığımız bu defterde harplerde büyük yararlığı görülen bâzı bahâdırların, sekişien sefere koşmak yüzünden, spor sahalarında büyük nam bırakamadıkları bu yüzden spor sicillinde kendilerine lâyık olan mertebeleri almadıkları ayrıca şerh verilmiştir.
Meselâ askerlik hayâtında ün almış Sefer Beşe adlı bir babayiğidin atıcılar sicillinde ancak üçüncü dereceye kaydedilebilmiş olması şu suretle izah edilmektedir:
Mezkûr Sefer Ağa ta’lîmhânecibaşı idi. Viyana seferlerinde büyük gazâlarda bulundu. Bunun ok ile eylediği gaza ömründe belki kimseye nasîb olmamıştır. Hattâ nakledeler ki Peşte muhâsarasında altıyüz kadar düşmanı okla helâk etmiştir. (16)
Mezkûr gâyet pehlivan ve çekici idi. Lâkin seferlerde gezip ok atıp menzil dikmeye eli değmedi. Ordunun Sente seferine gittiği yıl ordu ağası ta’yîn olunup Belgrad'da merhûm olmuştur. Tanrı’nın rahmeti anın üzerine olsun.
.....
Okçulardan başka güreşçilerin, binicilerin, avcıların da husûsî teşkîlâtı, sicilleri ve statüleri olduğu resmî kayıtlardan anlaşılıyor. (19)
.....
8. Resim 17nci Yüzyıla âit yay kesesi (Yeşil kadife üzerinde ve altun yuvalar içinde gâyet
kıymetli mücevherlerle süslenmiş...) Topkapı Sarayı Müzesi, Hazîne Dâiresi, 454 Nu.
Türkler her devirde ve her yerde en güzel ok ve yayları yapmışlar, bunlar maddî kıymetlerle veyâ san’at vâsıtasıyla gîrânbahâ itlâkına sezâ bir hâle getirmek için hiç bir şeyi esirgememişlerdir.
Altınla, gâyet kıymetli ve nâdîde mücevherlerle tezyîn edilmiş, üzerinde kıymetli tezhip eserlerini ve nefis yazılarla yazılmış mevzu’a a’it beytleri ihtivâ eden ok ve yaylarla teferruâtının en güzel numûneleri Topkapı Sarayı Müzesi'nin hazîne ve silâh dâirelerinde görülür.
.....
Selçuklu ve Osmanlı Türkleri de ok atışı kadar ok ve yay i’mâline dahi ehemmiyet vermişlerdir. Ok ve yay i’mâl eden san’atkârlar muntazam bir teşkîlâta ve sıkı bir nizâma tâbi’ idiler. Bunlar çok teşvik ve himâye görürlerdi. “Okçubaşılık”, “Yaycıbaşılık” gibi vazîfelerden başka okların arka taraflarındaki tüyleri ihzâr ve tatbîk eden san’atkârların reisi olarak “Sorguççubaşılık” mansıbı da vardı. Bunların meslekî sahada önemli vazîfeleri, salâhiyetleri ve mes'uliyetleri vardı. Ok ve yay i’mâlinde ve satışında narh, tahdit ve normalizasyon gibi iktisâdî kâideler sıkı bir sûrette tatbîk edilmekte idi. Bunlara dâir bir çok fermanlar, tenbihnâmeler, telhisli arzuhaller elimizde bulunmaktadır. (22)
.....
9. Resim 17nci Yüzyıla âit murassâ bir ok kesesi (Sadak) (Yeşil kadife üzerine altun yuvalar içinde
zümrüd, Yâkut, Elmas ile murassâdır.) Topkapı Sarayı Müzesi, Hazîne Dâiresi, 453 Nu.
Ka’nûnî devrinde yetişen meşhûr kemankeş Tozkoparan İskender’in lodos menzilinde Bursa’lı Şûca’ı geçmek için on sene çalıştığı, fakat bu menzilde muvaffak olamayıp “Ah lodos menzili! Ah lodos menzili!” diyerek öldüğü meşhûrdur. (24)
.....
Uzun zamanlar bırakılıp unutulmuş olan sporlardan okçuluk adetâ kaybolma derecesine gelmişti. Istanbul’da ancak beş atıcı ile iki tane de Ok ve Yay yapabilecek zat kalmıştı. Halbuki okçuluk yüzde yüz millî bir spordur. Türk yay ve oklarıyla eski usullere ve kaidelere göre ok atışlarını ta’lîm ve ta’mîm etmek üzere bir yıl evvel kurulan Okspor Kurumu (1937) dâhilde gördüğü rağbete mütenâzır olarak hâriçte de büyük bir alâka ile karşılanmıştır. Bilhassa Amerikalılar bu işi merakla ta’kîp etmekte ve Türk atış usulleriyle berâber Türk yaylarının yapılış tarzını öğrenmek istemektedirler. (27)
.....
Ok Müsâbakaları
Ok müsâbakalarında başlıca iki çeşit atış vardı:
1-Menzil atışı, yâni uzun mesâfeye atış
2-Puta atışı, yâni hedefe atış
Hedefe atış müsâbakaları, eski ta’bîriyle puta koşuları kişiler arasında yapıldığı gibi ekipler arasında da yapılırdı. Hedefe en çok isâbeti olan ekip koşuyu kazanır, öndül ona verilir. İki ekip berâbere kalmış bulunursa taksîm olunurdu.
Kişiler arasındaki hedefe atış müsâbakalarında iki kişi berâbere kalacak olursa müsâbakaya iştirâk edenlerin cümlesi yeniden atarlar. İçlerinden birisi en çok isâbet te’mîn edinceye kadar müsâbakaya devâm olunur, en çok vuran öndülü alırdı. İki kişi nişana ok atıp ikisi de berâber vursalar nişanın ortasına yakın vuran ötekini geçmiş sayılırdı. Fakat öndülü alabilmek için en az isâbetin (üç) olması lâzımdı. Şimdiye kadar anlattığımız; muayyen bir mesâfeye konulan hedefin karşısına geçilerek yapılan atışlardır.
Hedefe atış müsâbakalarının bundan başka şekilleri de vardır. Ve bâzıları pek zordur. Bunlardan biri ip altından yapılan atışlardır. Bu atışlarda 2,5 zira’-i mi’mârî yüksekliğine bir ip gerilir üç zira’ kadar gidilip ipin altından hedefe ok atılırdı. İstanbul ok meydanında yapılan puta atışlarında hedef olan sepet 300 gez mesâfede bulunurdu.
Mısırda yapılan müsâbakalarda ise puta 140 gez mesâfeye konurdu. 300 gez mesâfeden bâhusus ip altından hedefi vurmak çok güçtü. Onun için herkes Istanbul’a varıp, üstadlar arasında hedefe ok atamazdı. Puta atışlarında diz çöküp ip altından hedefe ok atılan yerle hedef düz bir yerde yâni aynı hizada olursa vuruş kolay olurdu. Fakat hedef yeri, İstanbul ok meydanında olduğu gibi, yüksekte olursa hedefe oku i’sâl etmek çok güçtü. Zîrâ atış esnâsında yumruk biraz kaldırılsa ok ipin üstünden gider; ok ipin altından yürütüldükte bayıra isâbetle hedefine (38) gitmez. Okun hedefi vurabilmesi için gâyet mahâetli atış yapmak, oku ipin altından fakat ipe gâet yakın âdeta temas eder bir vazîyette geçirmek lâzımdır. Hedefe atışın bir şekli de yüksek bir direğin üzerindeki bir yumruk veyâ maşraba büyüklüğünde küçük bir hedefi koşar atla direğin altından geçerken vurmaktır. Hedefin küçüklüğü, atış için ayrılan zamanın bir andan ibaret olması, nihâyet ok atabilmek için her iki elin dolu dizgin giden bir at üstünde kullanıldığı düşünülürse bunu yapabilmenin ne kadar mahârete, idmana ve kuvvete ihtiyâc gösterdiği anlaşılır.
Uzun mesâfeye atış müsâbakalarına gelince: Bunda da riâyet olunan bir çok esaslar vardı:
1-Aranılan ilk esas müsâbıklar arasında muâdelet şartı idi. Bunu te’mîn için okçular dört sınıfa ayrılmıştı.
1-İhtiyarlar (emekli atıcılar).
2-Dokuzyüzcüler. (39)
3-Binciler.
4-Binyüzcüler.
Uzun mesâfeye atış müsâbakalarına girebilmek için asgarî 900 gez mesâfeye ok atarak (kabza almak) yâni (Lisanslı okçu) olmak şarttı. 1000 gez mesâfeye atabilmiş olanlar Dokuzyüzcülerle, Binyüz geze atmış olanlar da bincilerle atamazlardı. Her sınıfa dâhil olanlar kendi emsâli arasında müsâbaka yaparlardı. Uzun mesâfe atışlarında ok, 80 gez aralıkla dikilmiş iki bayrak arasına atılırdı. En ileri giden ok müsâbakayı kazanır. Fakat iki bayrağın arasına düşmeyen yâni bayrakların dışına Çıkan oka itibar edilmezdi.
2-Atış adedi sayılı idi ve gittikçe artan bir sıra ta’kîb ederdi:
İhtiyarlar: beşer
Dokuzyüzcüler: yedişer (40)
Binciler: dokuzar
Binyüzcüler: onbirer
ok atardı. Binyüzcülerin koşusuna başkoşu da denirdi. Bu koşuya giren müsâbıklar muayyen olan onbir ok üzerinden atış yaptıkları gibi sözleştikleri kadar da atabilirlerdi.
3-Müsâbaka ve öndül için ok atıldıkta, atanların cümlesinin yay ve oklarının müsâvi olması, yâhut cümlesinin bir yayla ve aynı evsafta ok ile atmaları lâzımdı.
4-Dört sınıfa ayrılmış olan müsâbıkların atacağı okların nevileri de muayyendi. İhtiyarlar Azmayiş denilen okla, dokuzyüzcüler Heki ile binciler ve binyüzcüler Peşrev cinsi okla atış yaparlardı.
Öndül koymakta esâs bunu velâyet-i ammeyi hâiz olan devlet reisinin koyması idi. Fakat bâzı şerâitle şahısların dahi öndül koyması câiz idi. Burada en çok dikkat edilen nokta koşuların ve öndülün sporu teşvik edici mahiyetten çıkmaması, kumar hâlini almaması idi. Meselâ iki kişi at, araba yarıştırmak veyâ ok yarışmak murâd etseler ikisi birden öndül koyup hangimiz geçerse o alsın demek memnu’ idi. Biri koşu koyup biri koymasa, koşu koyan geçerse vermez kendinde kalır. Arkadaşı geçerse almak câiz olurdu. Müsâbaka üç kişi arasında olur da ikisi öndül koyup biri koymazsa, öndülü koymayan geçerse öndülü alır, öndülü koyanlardan biri geçerse öndül kendinde kalırdı. İki üç kişi arasında böyle olduğu gibi daha fazla kimseler arasında da aynı usûl cârî idi. Müsâbıklar kendi aralarında bahis tutuşup öndül koydukları gibi müsâbakaları tertîp edenler de kazananlara verilmek üzere öndüller koyarlardı. Bu takdirde, şerâiti uyarınca müsâbakaları kazananlara öndülleri verilirdi.
Nişana ok atma müsâbakalarında diğer bâzı şartlar da vardı.
Meselâ: Nişan uzak olup vurulması, yahut yakın olup da vurulmaması muhal olursa, yahut puta münâsip bir mesâfede olup da bilâ-fâsıla yüz ok vurmak gibi mükâfat verilmesi, muhâl bir şarta ta’lîk edilmiş ise yapılan mukâvele akdi batıl sayılırdı. Mahâret sâhibi olan bir sporcu ile müptedînin mukâvelesi sahîh sayılmazdı. Öndülün nev'i, akça ise miktârı ve iptidâ kimin atacağı müsâbakadan evvel ma’lûm bulunmak lâzım gelirdi. Koşuda ekipler sıra ile ok atar ve her ekipte bir hakem bulunup atıcıların ayaklarını ayak yeri denilen atış mahallinden ileri bastırmamağa nezâret ederdi.
Atılan ok çıkışta olan fesaddan dolayı hedefe uzak düşse dahi muayyen atış adedine mahsûb edilirdi. Lâkin ok temiz bir çıkış ile yaydan kurtulup da yolunda giderken bora gibi bir hava ârızasına uğrar, yâhut kuşa çarpar veyâ çıkıştaki şiddete tahammül edemeyip de yolda paralanırsa sayılı olan atış adedine mahsûb edilmeyip yerine bir daha atmak i’câb ederdi. Nişan atışlarında ok atılan putayı, yahut sepeti rüzgâr yerinden kaldırıp başka bir yere getirse, hedefin rüzgâr ile vardığı mahalle ok da varıp isâbet etse bu vuruş mu’teber sayılmaz. Fakat ok, hedefin yerini değiştirmezden evvel durduğu yere konarsa isâbet vâkî olmuş sayılırdı.
Uzun mesâfe atışlarında olsun, nişan atışlarında olsun tesbît edilmiş daha birçok esaslar varsa da bunların burada tafsîline girişmek mevzu’umuz dışındadır. Arzettiğimiz i’zahat müsâbakaların tesbît edilmiş bir takım şartlar dâiresinde muayyen (41) usullere uygun olarak yapıldığını, hassasiyetle riayet olunan kaideleri, nizâmları ve kanunları bulunduğunu göstermeğe kifayet eder.
Öndüllerin çeşitleri :
Müsâbakalarda kazananlara verilen öndüller oldukça tenevvü arzederdi. Ağır kumaşlar, ipekliler, şallar, hil'atler yâni çok kıymetli ve ağır elbiseler, koç, at, kısrak gibi hayvanlar maddî ve manevî kıymeti haiz nevi eşya ve hâtıralar, yahut da para kullanılan öndüllerin başlıcalarıdır. Târihte bu öndüllerden biri de insan kanı olmuştur. Bu emsalsiz mükâfatı kazanan târihî şahsiyet meşhûr Türk sporcularından Sinan Subaşı'dır. Sinan Subaşı Silifke dizdarı iken Karamanoğlu kaleyi almış. Böyle kale verenleri öldürtmek zamanın hükümdarının mutadı imiş. Fakat kendisi ok müsâbakalarında namdar ve Istanbul’da delikli kaya yıldız menzili'nde 1119,5 gez mesâfe ile menzil sâhibi yâni rekortmen olduğundan kanı menziline öndül olarak ihsan edilmiş ve böylelikle mahkûm edildiği ölümden kurtulmuştur.
Sert ve kalın hedefleri delmek törenleri:
Ok atışlarının üçüncü bir nev'i de zarp vurmak dedikleri atışdır. Bu atışta gösterilen hüner demir veyâ tunçdan yapılmış safihaları okla vurup delmektir. Bu madenî safihalara eski spor teriminde Ayna derlerdi. Ve maharetli atıcılar okları ile bunların üste üste konulan bir çoğunu kolayca delerlerdi.
Zarp vurmak denilen atışlar için de büyük merâsim yapılırdı. İlkin toplantı mahalli ta’yîn edilir ve vilâyet hâkiminden izin buyurultusu alınırdı. Üstad atıcılar her birine ok, yay, şeker, balmumu, hilâl ve tarak gibi haline münasip hediyeler gönderilerek merâsime davet olunurdu. Halkta zevk ve sürür hasıl etmek için zamanın (42) muzikası (mehterhane) getirilir, sabah ve akşam bir sofra yemek verilirdi. Üç gün bu minval üzere ziyafet ve ahenk edip ondan sonra zarp vurma atışlarına başlanırdı. Merâsimde bulunacak ayan-ı vilâyetin seyir ye temaşaları için oturacak yerler tertip olunur, eli ayağı, kılığı kıyafeti düzgün müstahdemler altın kâselerle seyircilere gûnagûn içecek sunarlardı. Kemankeş Mustafa'nın Kavîsnâme’sindeki tâbi’r veçhile “bunları bî-kusur ve lâ-küsur cümlesini hazır ve müheyya eylemek” şarttı. Kemankeş Mustafa' nın bu eserinde 46 ve 47 nci sayfalarda bulunan bâzı izahatı, husûsîyeti itibarile, aşağıya aynen iktibas ediyoruz:
“Vilâyet hâkiminden izin buyurultusu alıp cemiyet olacak mahal ta’yîn oluna. Mertebesince üstadlara berveçh-i hediye kimine yay ve kimine ok ve kimine şeker ve kimine balmumu ve hilâl ve tarak gibi herkesin her birine ve haline münasip hediyeler ihda olunduktan sonra filân gün filân mahalde cemiyetim vardır, lûtfedüp teşrif buyurasınız diye davet eylemek gerektir. Ve halk-ı âlem zevk ve sürür hasıl olmak için mehterhane getirip ve bir sofra yemek sabahda ve akşamda anda yemek gerektir. Üç gün bu minval üzere ziyafet ve ahenk edip andan sonra meydan ortasında (43) bir direk dikip uracak aynaları cendereye sıkdırıp ve cendereyi ol direğe muhkem bend edesin ki asla hareket etmeye ........ ve nice ayanı vilâyet ol mahalle gelip seyr ü temaşa etseler gerektir. Onun için oturacak yerler tertip olunup mahbûbân-ı hûb rûyân zerrin kâseler ile gûnagûn eşürbeler ulaştırıp bahşışlar alsa gerektir. Bunları
bî-kusur ve lâ-küsur cümlesini hazır ve müheyya eyledikten sonra meydanın ortasına gelip......” attığı oklarla yanyana sıkıştırılmış müteaddit madenî safihaları delecek olan atıcı pehlivan (Okçu) mehterhane heyecanlı havalar çalarken hedefin karsısına geçer, yayından şimşek gibi fırlayan oku ile aynayı vurur, okunun temren denen demir ucu aynayı delip öte tarafından çıktığı zaman derin bir zevk ve takdir ile merâsimi ve atışları seyreden halkın alkışları ortalığı kaplardı. Sertleştirmek için temrenlere su verilirdi. Temrenin suyu yazın sert olması kışın ise sert olmaması lâzımdır. Demir aynalara atıldığı zaman temreni ok üzerine gayet sıkı tatbik etmek lâzım gelir. Tunç safihalara atıldığı zaman o derece sıkı olmazsa da zarar vermez. Su verilerek tavlanan ve sertliği te’mîn olunan demir temrenli oklarla demir aynalara yapılan atışlarda çok dikkatli bulunmak gereklidir. Bu atışın tehlikesini eski müelliflerden Mustafa şöyle anlatmaktadır: “Zarp okundan gayet sakınasın. Nice kimseleri kör etmiştir (Kavisnâme).
Türklerle meskûn her yerde bu gibi müsâbakalar ve atışlar asırlarca devam etmiştir. Edirne’li Hasan Çelebi, Kânûnî devrinde yazmış olduğu risalede ok yay yapan veyâ kullanan büyük şöhretlerin “iki evli köye kadar girmiş ve yayılmış” olduğunu tasrih etmiştir.
Son devirlerde 2nci Mahmut devrinde Istanbul Okmeydanındaki atışları seyretmek isteyen Amerika elçisinin bir gün meydana geldiği ve büyük Türk şâiri Abdülhak Hâmid merhumun büyük pederi Hekimbaşı Abdülhak Monla'nın kendisine refakat ederek mihmandarlık vazîfesini ifa eylediği, o devrin ok atışlarını tesbît etmiş olan Mustafa Kânî merhumun “Risâle-i Menzilân-ı Meydan” adlı eserinin 9uncu sayfasında yazılıdır. İstitrâd kabîlinden kaydedelim ki Hekimbaşı Abdülhak Monla da, oğlu Hayrullah Efendi de 900 geze ok atıp merâsimle kabza almış birer kemankeşdir. Her ikisi de atıcılar sicillinde kayıtlıdır. Büyük şâir Abdülhak Hâmid babadan babaya sporcu bir ailenin çocuğudur. (44)
.....
Orta ve Şarkî Asya Türklerinde muhtelif vesîlelerle yapılan şenliklerde olduğu gibi umûmî veyâ husûsî ma’tem merâsiminde de spor hareketleri ve millî oyunlar eksik değildir.
Grodekov'un Kırgızlar hakkındaki kitabında ölen erkeğin yıl dönümünde yapılan Beyge'ye dâir i’zahat mevcut olduğu gibi (N. I. Grodekov, Kirgizi i Karakirgizi sır -dariinskoy oblasti, Tom. I; Yuridiçeskiy bıt; Taşkend, 1885. Seyhan mıntakası Kırgız ve Karakırgızları, Cilt. 1; Hukuk; hayat, S. 253-255.), Katanof'un Orta ve Şarkî Asya Türk Kavimlerinde Defin A’yînleri hakkındaki kitabında da bu bahse dâir malûmat vardır (N. P. Katanof, O pogrebalnıh obriyadah u Türkskih plemen Tzentralnoy i Vosloçnoy Azii, Kazan. 1844, S. 24.).
Orta Asya Türkleri’nde revacta olan ve Huday yolu denilen âdet de geniş spor hareketlerine ve millî oyunlara vesîle olur. Huday yolu hayır yapmak isteyenlerin umum için tertip ettiği ziyâfetlerdir. Bu gibi hayrat yemekler muhtelif sebeplerle fakat yalnız bir maksatla yapılır: Tanrı’dan yardım, merhamet, mağfiret ve ihsan dilemek, yahut da yaptığı ihsanlar için şükran arz eylemektir.
Ölüleri anmak, hastaların şifa bulmasına dua etmek için yapıldığı gibi ailede erkek çocuğun dünyaya gelmesi, hasta akrabanın şifâyâp olması, mebzûl hasad ve sâire gibi sebepler dolayısıyla da yapılır. Huday yoluna yapıldığı yerin ahâlisi kâmilen dâvet edildiği gibi her gelen geçen de alakonur.
Huday yolu ne kadar uzakta olsa çağıranın sesini duyup da gitmemek pek ayıp sayılır. At yarışları, nişan atma müsâbakaları, pehlivan güreşleri, toylar gibi Huday yolunun da başlıca hareketini teşkîl eder. Bunlar bittikten sonra da’vet sâhibinin evinde misâfirlere yeşil Îran çayı ile şeker ve daha sonra pilâv, muhtelif Türkmen yemekleri ikrâm olunur. Halk hânendeleri ve çalgıcıları çalgı çalar, şarkı söylerler. Bakşılar şiirler okur.
Prof. A. Samoyloviç, Göktepe avulunda ikâmeti esnâsında Kahşal avulunda yapılan bir Huday yolunu görmüş ve müşâhedelerini Türkmen Oyunları eserinde tafsilâtlı olarak nakletmiştir.
Türk’lerin zinde ve hareketli hayatını yalnız son yıllardaki muharrirler ve müdekkikler değil eski muharrir ve müverrihler de ehemmiyetle kaydetmişlerdir. Bunların içinde dikkate son derece sayan olanlardan biri Câhiz'in bin yüz küsur senelik bir târihe mâlik olan Fazâil-ül Etrâk risâlesidir. (56)
Câhiz Türk’lerin iftihâra değer vasıflarını, huylarını, nasıl harp ettiklerini, vücutlarını idmanla nasıl yetiştirdiklerini etraflıca anlatmıştır. Türk’lerin kuvvetini, savletini, cesâretini o kadar kuvvetle tavsîf etmiş ve tebârüz ettirmiştir ki kitabının bir yerinde Türk’lerin yiğitliği söylenirken onları arslana benzetmenin abes bir hareket olduğunu bile zikretmiştir. (57)
Bir Arap müellifinin Türk’ler hakkındaki bu târihî şahâdeti ayrı bir kıymeti ve husûsîyeti hâizdir.
Câhiz'in kitabından aldığımız bâzı kısımları aynen aşağıya dercediyoruz:
“Türkün savleti şiddetli, azmi mekîndir. Atı hiç tetiğini bozmayarak düşman üzerine alabildiğine gider. Düşmandan korku nedir bilmeyen ve sırası gelince hayatını istihkâr etmekten kaçınmayan Türk, hayvanını böyle alıştırmıştır. Atını bir defa çevirse bile at dönmez bilâkis dolu dizgin gider. Meğer ki birkaç defâ zorlasın. Türk dönecek olursa da ölüm saçar. Çünkü ileri harekette olduğu gibi geri dönerken dahi okuyla vurur ve kemendinden emin olunmaz (Eski Türk süvârilerinin hücûmları kadar ric'atlarının da tehlikeli olduğunu, geri çekildikleri zaman at üzerinde birdenbire geri dönerek kendilerine yaklaşan düşmana yağmur gibi ok yağdırdıklarını başka müverrihler de kaydetmişlerdir.) Türk’ler ile mukayeseye değer bir ordu yoktur. Harîcîlerin ve Arapların at sırtında iken ok atmaları zikre şayan değildir. Türk ise at üzerinde iken vahşî hayvanları, kuşları avlar. Havaya atılan ok hedeflerini, saklanmış olan av hayvanlarını, yere dikilmiş nişanları, uçan yırtıcı kuşları, hayvanını dolu dizgin sağa ve sola, yukarı ve aşağı sevk ederken vurur. Harîcîler hedefe gözünü uydurup bir ok alıncaya kadar Türk on ok atar. Ârızalı yerlerde Türk, hayvanını harîcînin dümdüz yerlerde sürebilmesinden ziyâde sürer. Türk’ün iki önünde ve iki arkasında dört gözü vardır.
Hayvanlarından birini dinlendirmek isterse yere basmadan diğerine geçer.
Sür'at ile uzun zaman at üzerinde inkıtâsız gece ve gündüz beldelerden beldelere varmak husûsunda Türkler harîcîler ile birdir. Şu kadar ki harîcînin hayvanı Türk’ün atı kadar mütehammil değildir. Harîcî hayvanını yalnız süvârîler kadar tedâvi edebilir. Türk ise bu hususta baytardan daha hazıktır ve istediği gibi terbiye etmek için hayvanını kendi eliyle doğurtmuş ve taylığından beri kendi büyütmüştür. Hayvanı daima kendisine tâbi’dir. Arkasından gelir. Kendi sıçrarsa hayvanı da sıçrar. Türk eğer hayvanına ad takmış ise hayvan o adı bilir. Türk’ün bütün müddet-i ömrünü hesap etsen yerde oturduğu günleri nadir bulursun.
Türk diğer askerler ile yola çıktığı vakit onlar on mil mesâfe kat edinceye kadar av saydetmek için sağa ve sola ayrılarak dağların tepesine kadar gider. Yerde yürüyen, saklanan, yere konan hattâ uçan kuşları avlar.
Uzun menzillerde herkesin yorulduğu, meşakkatin şiddet kesb eylediği, artık hiç kimsenin ağzını açmağa mecâli kalmadığı, bir taraftan da soğuğun şiddetinden herkesin donmak raddelerine gelip önlerindeki yolun bitmesini beklediği zaman o dinçtir. Böyle meşakkatli ve imtidatlı yürüyüşlerden sonra konağa varıldığı zaman herkesin iki ayağını ayırıp oturduğu, hasta gibi inlediği ve rahatlanmak için kimi esnediği kimi dayanıp yattığı sırada Türk, bunların yürüdüğünün iki misli yol yürümüş ve avlanmak için onlardan ziyâde kendisini yormuş olduğu halde gözüne bir yaban merkebi veyâ bir geyik ilişecek olsa hiç yol yürümemiş ve hiç yorulmamış, sanki bütün o mezâhimi çeken bir başkası imiş gibi kemâl-i kuvvet ve şetâretle derhal avın arkasından sıçrar. (58)
Eğer asker iki dağ arası dar bir vâdîde veyâ köprü başında sıkışacak olursa Türk, atını mahmuzlayarak asker arasından geçip diğer taraftan bir yıldız gibi doğuverir. Sarp bir geçitten geçecek olurlarsa yürümeği bırakıp dağın doruğuna yükselir ve diğer bir mahalden dağ keçisinin inemeyeceği korkunç yarlardan aşağıya sarkar ki sen Türk’ün kendisini nasıl bir muhâtaraya ilka’ eylediğine ve birkaç defâ bu gibi mahallerden aşmış ve geçmiş ise nasıl sağ kaldığına taaccüp edersin. Halbuki Türk dâimâ böyledir.
Türk’ler dâimâ hâl-i harptedir. Bu mücâdele din ve mezhep için olmayıp hürriyet, istiklâl ve ganîmet içindir. Türk hürriyetini ve irâdesini kimseye vermez.
Türk’lerin bünyeleri hareket üzerine müesses olup durgunluk ve sükûnetle başları hoş değildir. Zekâ ve fıtnat sâhibi olduklarından daima iş güç ile meşgul olmak isterler. Ruhî kuvvetleri bedenî kuvvetlerine faiktir.”
Câhiz'in târih huzurundaki şahadeti pek ehemmiyetlidir. Beden kuvvetlerini bu kadar methettiği Türk’lerin ruhî kuvvetlerinin bedenî kuvvetlerine faikıyeti hakkındaki müşahede yukarıya naklettiğimiz tavsiflerin en kıymetlisi ve en çok dikkati celbe lâyık olanıdır.
Bulundukları her yerde spora büyük ehemmiyet veren Türkler Istanbul’u aldıktan sonra sporun her nev'ii orada da birdenbire büyük bir inkişaf arz etmiştir.
Burada Atıcılık, Atletik sporlar ve deniz sporları gibi atlı sporlar da büyük bir revaç bulmuştur.
Eski Istanbul’da muhtelif spor nevilerinin yapıldığı yerleri gösterir bir haritanın çizilmesi spor târihimiz bakımından önemli bir hâdise olacaktır.
Muhtelif târihî membalardan ve Topkapı sarayındaki vesikalardan öğrendiğimize göre Istanbul’daki eski cirid meydanlarından biri Topkapı sarayının deniz tarafında şimdiki cephaneliklerin bulunduğu yerde idi. Bu meydanlığın önünde ve sahilde bulunan meşhûr İnciliköşk öteki adiyle Sinanpaşa köşkü de büyük kayık yarışlarının yapıldığı ve seyredildiği yerdir.
Burada 1579 milâdî târihine tesadüf eden hicrî 999 senesinde yapılan kayık yarışları hakkında Selânikî Târihinde oldukça izahat vardır (Selanikî Târîhi, S. 297.)
“..... ertesi gün ziyafette Vezir-i Âzam ve Vüzera-yı İzam Hazeratının ve Yeniçeri Ağası’nın ve Rikâb-ı Hümayun ağalarının ve sair ağaların kayıkları koşusu seyrine derya yüzüne âmme-i âlem temaşaya çıkub ve öndüller konuldu. Yirmi beş kayıktan ileri gelüp öndül alan yine Vezir-i Âzam kayığı dahi anın ardınca Serdar Ferhad paşa kayığı geldi ve dahi üçüncü gün ziyafette kasr-ı şehriyarî önündeki kayık meydanında üstad cündî silâhşoran zarb ve harbe dâir envai hünerler izhar eyleyüp gaza meydanının çapik-süvarları ve arsa-i heyecanın dilirleri seyr ü temaşa olup hil'atler giydirilüp nüvazişler olundu ve peremeler koşusu oldu....”
10. Resim Eski Atıcılar Kurumu’na başkanlık edenlerden
Reîs-ül hattâtîn Hamdullah merhûma âit 911 Hicrî târihli menzîl taşı
Gerek Orta Asya’da gerek Ön Asya’da, çok eski devirlerden beri, Türk’lerde avcılık da çok ileri gitmiştir. Eski Türk’lerde büyük avların, garbın eski ve yeni avlarıyla kıyas kabul etmeyecek kadar büyük ihtişamı vardı. Tazı ve zağarlarla, şahin, doğan, sungur, tavşancıl, çakır gibi ava alıştırılmış türlü kuşlarla, kemendle, okla, (61) sonraları tüfekle yapılan bu avlara vaktiyle kadınların da iştirak ettiğini bâzı eski kayıtlardan ve minyatürlerden anlıyoruz. Aslı Biritiş Müzesi'de bulunan bir minyatür Hindistan’daki bir Türk Kraliçesi’nin at üzerinde alıştırılmış bir kuşla ava gidişini göstermektedir.
Eski Türkler çocuklarının veyâ torunlarının ilk defa avlanması münasebetiyle Şeylan veyâ Ceşn denilen büyük ziyafetler tertip ederlerdi. Hakanların bu gibi vesilelerle verdikleri ziyafetler pek parlak olurdu. Sigir namı verilen umumî avlar eski Türk hayatında ehemmiyetli bir yer almakta idi.
Oğuz Han Efsanesi’nin İslâmî ve gayr-i İslâmî şekillerinde avlar büyük bir mevki işgal eder (Prof. M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatının Menşei, Millî Tetebbular Mecmuası, 2nci cild, 4üncü Sayı, S. 35.).
Cengiz'in, Timur'un ve Yıldırım Beyazıd'ın avları pek meşhûrdur. Bu umumî avlar Cengiz'den ve Timur'dan sonra da asırlarca devam etmiş ve tafsilâtı müverrihler tarafından kemal-i tantana ve tekellüfle zapt ve hikâye edilmiştir. Umumî avları şeylan=şölen denilen büyük ziyafetler takip ederdi.
Cüveynî Târih-i Cihanküşâ’da Cengiz'in av merâsimini etraflı bir surette anlatmıştır (Cüveynî, Târih-i Cihanküşa, Gibb neşri, Leyden 1911, metin 19-20. Ve Cüveynî'den naklen Prof. M. Puad Köprülü, Millî Tetebbular Mecmuası, 2nci cild, 4üncü Sayı, S. 35-37.). Eski Türk avlarının azametini ve Cengiz yasasında umumî avlar hakkında mevcut olan ahkâmı anlatan bu satırları Türkçe’ye çevirerek buraya naklediyoruz :
“Ve av işine ehemmiyet vermiş «Avlanmak asker emirlerine yaraşır. Zira silâh erlerine, mukatele edenlere avlanmayı öğrenmek mutlaka lâzımdır. Avcılar bir ava rastladıkları vakit ne suretle avlarlar, ne tarzda saf çekerler, adamların azlığına, çokluğuna göre bir avı nasıl ortaya alırlar. Bütün bunların öğrenilmesi gerektir. Ava hareket edecekleri vakit nerede bulunduğunu anlamak için adamlar göndererek avın çokluğunu, azlığını tahkik ederler. Asker işleriyle uğraşmadıkları zaman daima avla meşgul olmaları lâzımdır.
Bundan maksat yalnız avlanmak olmayıp ava alışmaları, ok atmağa ve meşakkate idman etmeleridir» demiştir.
Han büyük bir ava gideceği vakit avlanma zamanı kışın ilk mevsimine tesadüf ederse ferman vererek civardaki konaklarda bulunan ve etraftaki ordularda olan askerlerin ava hazırlanmalarını emreder. Ferman mucibince askerin her on neferinden birkaçı ava hareket eder. Nerede avlanacaklarsa ava gereken silâh ve saireyi ona göre hazırlarlar. Askerin sağ ve sol cenahıyla merkezini tanzim ederler ve kumandasını büyük emirlere tefviz ederler. Hatunlar, cariyeler, giyim ve yiyimle yola düşerler. Avın bulunduğu yeri bir aylık, iki aylık, üç aylık yoldan kuşatırlar ve avı yavaş yavaş sürerler. Halkadan dışarı çıkmamasına dikkat ederler. Eğer ansızın bir av aradan kaçarsa bunun sebebini en cüzî teferruata varıncaya kadar sorup soruşturarak, bin, yüz ve on kişilik asker takımlarının zabitlerini döverler. Çok defa öldürdükleri de vakidir. Terke dedikleri safın düzlüğüne dikkat etmeyerek bir (63)
adım ileri veyâ geri bulunan kişiyi te’dip hususunda çok ileri giderler, bunu ihmal etmezler. İki üç ay bu suretle av hayvanlarının sürüsünü sürerler. Hanın huzuruna elçiler göndererek av ahvalinden ve avlanacak hayvanların azlığından, çokluğundan haber verirler. Nereye vardı? Nereden kaçtı? Bütün bunları bildirirler. Halka daralıp iki üç fersah miktarı yaklaşınca ipleri birbirlerine ulayıp kementler atarlar. Asker çevrede omuz omuza dayanıp dururlar. Dâire içinde muhtelif hayvanlar feryada ve bağrışmaya başlarlar. Yırtıcı hayvanların çeşitlileri coşar, köpürürler. Adeta kıyamet zuhur etti sanılır. Arslanlar yaban eşekleriyle bağdaşır, sırtlanlar tilkilerle uzlaşır, kurtlar tavşanlarla nedim olur. Halkanın darlığı gayetle azalıp hayvanların dönüp dolaşması imkânı kalmadığı zaman evvelâ han, yakınlarından birkaç kişi ile meydana çıkıp bir saat kadar ok atar ve avlanır. Yorulunca hanzadelerin de gelerek avlanmaları ve sırasıyla büyük rütbeli kumandanlar ve zabitlerle halkın gelerek avlanmaları için terkenin içinde bulunan yüksek bir yere konar, birkaç gün bu suretle avlanılır. Av hayvanlarından birkaç tane yaralı veyâhut sınık hayvandan başkası kalmayınca ihtiyarlar şefaat yollu Hanın önüne gelerek dua edip geri kalan hayvanların bağışlanmasını rica ederler. Bunun üzerine su ve otlağa en yakın olan yerden onlara yol verirler. (64)
Bütün avlanan hayvanları bir araya toplarlar. Eğer sayılmalarına imkân yoksa yalnız yırtıcı hayvanlarla yaban eşeklerini saymakla iktifa ederler. Bir dost hikâye ederek dedi ki kağanın zamanında (yâni Cengiz'in oğlu Oktay Kağan’ın zamanında) bir kış bu suretle avlandılar. Kağan bakıp eğlenmek üzere bir tepenin üstüne oturmuştu. Her çeşitten hayvanlar onun tahtının önüne yüz tutup tepenin altında tazallüm eder gibi bağrışmağa başladılar. Kağan bütün hayvanların bırakılmasını, onlara ilişilmemesini ferman buyurdu ve emri yerine getirildi....
Cengiz Hanın yasasında büyük avlar için şu hükümler mevcuttu: Ordudaki neferlerin idmanlara devamını te’mîn için her kış büyük bir av tertip edilecektir. Bunun için Mart ve Teşrin-ievvel (Ekim) ayları arasında geyik, karaca, dağ keçisi, tavşan ve bâzı kuşları öldürmek memnudur.”
Cengiz ailesinde görülen umumî av merâsimi Timur saltanatında da bütün haşmetiyle devam etmiştir. Timur'un avları hakkında İbn-i Arabşah'da mevcut olan izahat Cüveynî'nin verdiği malûmata pek benzer (İbn-i Arabşah, Acaib-ül makdur, Mısır tab'ı, S. 219. ve ondan naklen Prof. M. Fuad Köprülü, Eski Türk Edebiyatının Menşei, Millî Tetebbular Mecmuası, 2nci Cild, 4üncü Sayı, S. 37.).
Selçuklu’larda Çöğen (modern tâbi’riyle Polo) denilen top oyunuyla umumî avlar çok rağbet bulmuştu. İbn-i Bibi'de bu hususta kâfi tafsilât mevcuttur. Osmanlı’ların ilk devirlerinde Selçuklu’lardan iktibas edilmiş bir an'ane, seklinde yine bu umumî av merâsimi görülür. Yıldırım Bayazıd'ın Niğbolu’da aldığı Avrupalı esirlere muhteşem bir av seyrettirmesi ve Timur ile muharebe etmeden evvel onu istihkar kasdıyla ordusunu sürgün avıyla iştigal ettirmesi meşhûrdur.
11. Resim Eski kemankeşlerden Tâhiroğlu
Mehmed Ağa’nın 1208 Hicrî târihli mezar
taşındaki Ok-Yay süslemesi
Yıldırım'ın Timura karşı icra ettiği av hakkında (Hammer Tercümesi, cild. 2, S. 62) ve Niğbolu'daki muhteşem av hakkında da (Hammer Tercümesi, cild. I, S. 288) de tafsilât vardır.
Niğbolu avına dâir olan malûmatı ehemmiyetine binaen aynen naklediyoruz:
“Ziyade av meraklısı olan Bayazıd, asil mahbusları iade etmezden evvel kendilerini bir doğan avına götürdü. 7000 doğancı ve 6000 sekbandan aşağı olmayan maiyet-i halkının ihtişamıyla ile onlara hayret verdi. Av köpeklerinin arkasına ipekli örtüler ve parslara mücevherli tasmalar konulmuştu. Bayazıd'ın saltanatından beri doğancılar padişahın sayd takımını teşkil ediyordu. Dörde munkasem idiler. Asıl doğancılar, çaylak avcıları, akbaba avcıları, atmaca avcıları. Sekbanlar muahharen yeniçerilere ilhak olundu. Üç alay samsuncu, zağarcı, turnacı dahil olmamak üzere sekbanların mecmuu 33 alaydı. Bu alayların dört büyük zabiti bizim zamanımıza kadar yeniçeri ağalarının maiyetinde en büyük zabit idiler. Osmanlı’ların almış oldukları efkâra göre büyük zabitler av hizmetlerinden müstaar unvanlarla iktisab-ı necabet ederler; nasıl ki küçük yeniçeri zabitleri de matbah hizmetlerinden me'huz unvanlarla. Şu garabetin sebebi Asya’lıların ezmine-i kadimeden beri yerleşmiş fikirlerince, sayd muharebenin en güzel misali olduğu gibi, yiyecek de kavganın en mühim levazımından biri bulunmasından ibarettir.”
Yeniçeri teşkîlâtında sekbanlar ehemmiyetli bir mevki sâhibi idiler. Yeniçeri Ocağı: Yayabeyler, Bölüklüler, Sekbanlar namlarında üç kısımdan terekküp ederdi. (66)
Yayabeyler birden yüzbire kadar 101 ortadan, Bölükler de birden altmışbire kadar tadad olunmak üzere 61 ortadan ve Sekbanlar dahi birden otuz dörde kadar numaraları haiz olmak üzere 34 ortadan teşekkül edip Yayabeylere Cemaat ve Bölüklülere Ağa Bölükleri yahut sadece Bölük ve Sekbanlara galat olarak Seymenler dahi denilirdi (Mahmud Şevket, Osmanlı teşkîlât ve kıyafet-i askeriyesi, 1nci Cild, S. 3.). Sekbanlar 65 inci cemaati teşkil ediyorlardı. “Bunların neferatı ziyade olmakla beyinlerinde bir azim erkân vazedip Sekbanlar kethüdası ve katibi ve başçavuşu ve neferatına 34 oda ta’yîn edip”
(Levâmi’-ün nûr fî zalemet-i atlas-ı münevver, Istanbul, Üniversite Kütüphanesi, 4-1527) ayrı bir sınıf teşkil eylediler.
Levâmi’-ün nûr’da Sekbanların adları hakkında şu izahat vardır:
“Sebeb-i tesmiye-i Sekban:
Fatih Sultan Mehmet Han şikâra mail olmakla ol asırda olan Yeniçeri ağasını davet edip kendi ile şikâra çıkmağa yarar muallem tazılar beslemek lâzımdır diyor. Yeniçeri yoldaşlardan bir bölük tazı beslemek için sekbanlar ta’yîn ettiler ve bunlar için başka sekbanlar fırını icad edip üzerine ondört akça ile bir ekmekçibaşı eylediler. Bu fırını Ayasofya kurbinde bina ettirip ve hünkâr ile av olurken şikara tazı yetiştirmeğe adam lâzım olunca neferatıyla sekban ta’yîn ederler. Bu ekmek bunlar içindir. Amma haliya gayriye sirayet etmiştir. Bu sekban başının cümle korular taht-ı zaptındadır.”
Yeniçeri teşkîlâtında 68inci cemaat Turnacılar, 71inci cemaat de Samsunculardı.
Avcılık Anadolu’da ve Rumeli’nde asırlarca Türklerin en mühim sporu olmuştur. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi'nde tetkik eylediğimiz kayıtlardan (Cebi hümayun defterleri, Fiş No. 529.) avcılığın gerek payitahtta gerek taşrada bir teşkîlâta tâbi’ olduğunu, Ankara, Çankırı ve Bolu avcılarının teferrüd eylediğini öğrenmiş bulunuyoruz. Vurulan avlardan pastırma yapılarak bunun hükümdara gönderilmesi bir âdet hükmünde uzun zaman devam etmiştir.
Avcılar arasındaki eski an'anelerden birinin de “Kılkuyruk” takdîmi olduğunu ve buna mukabil 1001 çil akça ihsân edilmesi mûtâd bulunduğunu yine bu kayıtlardan öğreniyoruz. Bu defterlerde
“... Evvel bahâr-ı huceste âsâr müjdecisi kılkuyruk arz olundukta....” gibi kayıtlara sık sık rast gelinir. Kılkuyruk bir nevi yaban ördeğidir.
Türk târihinde büyük yeri olan avcılık bugün de yurtta en çok yayılmış sevilmiş bir spordur. Köylerimizde uçara, kaçara atmayan erkek hemen yok gibidir. (68)
12. Resim 16ncı Yüzyıl’da Istanbul’da bir at koşusu sahnesi... Şehinşâhnâme, Topkapı Sarayı Müzesi, 200 Nu.
Açıklama: Yazı içinde kırmızı parantez içine alınmış yine kırmızı renkli sayılar, anılan kitabın sunulan sahifelerine âit numaralardır.
Yazıların Orjinal Siteleri :
http://www.tonyukuk.net/Ok.htm , http://www.tonyukuk.net/Ok1.htm .
--------------------
( http://www.youtube.com/watch?v=Nxdh2XMSfgc ) : Osmanlı Yayı
ARŞİV ( Aradıklarınızı Bulun )
-
▼
2015
(1)
- ▼ Mayıs 2015 (1)
-
►
2013
(4)
- ► Ağustos 2013 (1)
- ► Haziran 2013 (2)
-
►
2012
(16)
- ► Kasım 2012 (2)
- ► Eylül 2012 (1)
- ► Ağustos 2012 (1)
- ► Temmuz 2012 (1)
- ► Mayıs 2012 (2)
- ► Nisan 2012 (1)
- ► Şubat 2012 (4)
-
►
2011
(10)
- ► Aralık 2011 (1)
- ► Kasım 2011 (1)
- ► Temmuz 2011 (1)
- ► Haziran 2011 (1)
- ► Şubat 2011 (1)
-
►
2010
(13)
- ► Aralık 2010 (3)
- ► Eylül 2010 (1)
- ► Ağustos 2010 (1)
- ► Temmuz 2010 (2)
- ► Haziran 2010 (2)
- ► Nisan 2010 (2)
-
►
2009
(10)
- ► Eylül 2009 (1)
- ► Ağustos 2009 (2)
- ► Haziran 2009 (3)
- ► Mayıs 2009 (2)
-
►
2008
(26)
- ► Ağustos 2008 (2)
- ► Haziran 2008 (1)
- ► Mayıs 2008 (4)
- ► Nisan 2008 (3)
- ► Şubat 2008 (3)
-
►
2007
(21)
- ► Aralık 2007 (4)
- ► Kasım 2007 (4)
- ► Eylül 2007 (1)
- ► Ağustos 2007 (1)
- ► Temmuz 2007 (1)
- ► Haziran 2007 (3)
- ► Nisan 2007 (1)
-
►
2006
(4)
- ► Aralık 2006 (1)
- ► Kasım 2006 (2)
Okçuluk ve Fatih
Özbay Güven, Osmanlı Devleti'nin sporcuyu anında ödüllendirdiğini de belirtiyor. "Osmanlı sporcuyu hem korur, hem de anında mükafatlandırırdı. Osmanlı'nın sporcuya değer vermesini size bir örnekle anlatayım. Solak Sinan Subaşı, Fatih Devri'nin en büyük kemankeşlerinden birisiydi. Okmeydanı'nda da 1200 gezin üzerinde iki rekoru vardı. Sinan Subaşı, Silifke Kalesi'nin komutanıyken Karamanoğulları kaleyi ele geçirince Fatih öldürülmesi için ferman verdi. Fakat o sıralarda Sinan Subaşı rekorlar kırdığı için padişah kendisini affederek 'Kanını menziline öndül (ödül) koydum' dedi".
Fatih'in Oku :
Ayasofya'ya girdikten sonra Fatih , bir ok çekip '' alametim olsun '' diyerek Ayasofya kubbesinin ta ortasına attı.Bu okun yeri halen görülmektedir.
( Evliya Çelebi Seyehatnamesi 1.Cilt Syf:76,Çeviren : Mehmet ZILLİOĞLU )
Okçuluk Bir Ata Sporudur
Hakkımda

- Rıdvan Uzuntaş ;
- KOCAELİ, İzmit, Türkiye
- 1968 doğumluyum.Beş yaşından beri ok atıyorum, 1981 yılında 13 yaşımda lisanslı olarak resmi anlamda okçuluk sporuna başladım.1987 yılından itibaren okçuluk antrenörlüğü yapıyorum.Milli Takım Antrenörlüğü yaptım; on tane antrenör, iki bölge antrenörü ve bir milli takım antrenörü ayrıca bir çok milli sporcu yetiştirdim.Sporcularım rekorlar kırıp, sayısız şampiyonluklar kazandı.İktisat fakültesi mezunuyum.1990 yılından itibaren kadrolu okçuluk antrenörü olarak görev yapmaktayım.1991 yılından bu yana da Türk-Osmanlı Okçuluk Tarihi ve olimpik bir spor dalı olan günümüzdeki Okçuluk Sporu hakkında araştırma yapmaktayım. Okçuluk Türklerin ilk ata sporudur ve ben de okçuluk sporunu çok seviyorum,okçuluğun yayılıp gelişmesi için çalışıyorum, bu nedenle Türk okçuluğunu hakkettiği yere getirmek için elimden gelen her şeyi yapmak istiyorum. -He was born in 1968 -Turkey.He has begun archery in 1981. Since 1987 he has been archery trainer. He has worked as Turkish National Team Trainer; educated many archers and already continue to this nice and hard job; studied Economy. He was born to be an archer ; try his best to develop archery in Turkey and World.

